TR EN

Dil Seçin

Ara

Çocuğumuza Kaldıramayacağı Yükü mü Yüklüyoruz?

Çocuğumuza Kaldıramayacağı Yükü mü Yüklüyoruz?

Günlük hayatın içinde tercihlerimiz, önceliklerimiz, olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarımız zihin dünyamızın bir çeşit yansıması aslında.

“Büyükler sayılardan hoşlanır. Onlara yeni bir dostunuzdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar. Hiçbir zaman ‘Sesi nasıl?’, ‘Hangi oyunu sever?’, ‘Kelebek toplar mı?’ diye sormazlar. ‘Kaç yaşındadır?’, ‘Kaç kardeşi vardır?’, ‘Kaç kilodur?’, ‘Babası kaç para kazanır?’ diye sorarlar. Ancak o zaman tanıdıklarını zannederler onu. Çocukların büyüklere karşı pek sabırlı olmaları gerekir.”

“Ama bizlere, hayatı anlayan bizlere sayılar vız gelir!”

Saint Exupery’nin ünlü “Küçük Prens” romanından alıntı bu cümleler. Kasım ayında yapılan TEOG sınavlarındaki izlenimlerim bu cümlelerle tekrar buluşturdu beni. Sınav görevlisi olarak bulunduğum okulda ilk test tamamlandıktan sonra bir öğrencinin hüngür hüngür ağladığını, kimsenin kendisini teskin edemediğini ve okul rehber öğretmeninin yardımına ihtiyaç olduğunu söylediklerinde ikinci oturumun başlamasına on veya on beş dakika vardı. Öğrenciye bu halinin nedeni sorulduğunda “Türkçe testinde bir yanlışım çıktı. Herkes benden tam yapmamı bekliyordu” cevabını verdiğini öğrendik sonradan. Öğrenci o moral bozukluğu ile diğer testlerde ne yaptı bilmiyorum.

Lise eğitimine giden yolun rotası çizilirken okul notları ve merkezî sınav sonuçlarının hesaba katılıyor olması not odaklı bir bakış açısını pekiştirmekte. Sınavların doğası gereği çocuklarda heyecan ve strese yol açtığı biliniyor. Bu bir noktaya kadar anlaşılabilecek bir şey. Ancak çocuklarının hata yapma ihtimalini yok sayarak yüksek beklentiler içine giren ebeveyn tutumları yüzünden çocukların bu süreçte nasıl bir ruh haline büründüklerini ve neler hissettiklerini anlamak için durup düşünmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Günlük hayatın içinde tercihlerimiz, önceliklerimiz, olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarımız zihin dünyamızın bir çeşit yansıması aslında. Bizler sıradan işlerimizi yerine getirirken bir yandan da çocukların zihin dünyalarını inşa etmekteyiz. Mesela bebeğinin temizlik, beslenme gibi fiziki ihtiyaçlarını sevgi ve şefkatle karşılayan anne,  aynı zamanda onun iç dünyasına özgüven, değerlilik ve sevgi tohumları ekmektedir. Sevildiği, değerli ve güvende olduğu hislerini de. Bu nedenle sadece görünene bakmak bizi yanıltmamalı. Fiziki alanda yaşananların gözle görünmeyen boyutta ne gibi izdüşümlerinin olabileceği konusunu ihmal etmemeli.

Büyüklerin rekabete dayalı ve sayılardan oluşan anlam dünyalarına çok erken yaşlarda dahil oluyor çocuklar. Onlar için hayatı anlama, kendilerini tanıma gibi süreçleri tecrübe edecekleri yıllar, sınav ve sonuç odaklı sistem yüzünden farklı yaşanıyor.

Evet madalyonun görünen yüzünde test soruları ve sınavlar üzerinden yaşanan ilişkiler, yapılan değerlendirmeler söz konusu. Ancak durum bununla sınırlı değil. Testlerde sıfır hata beklentisi içinde geçen yıllar boyunca çocuklara aslında “mükemmeliyetçilik” terbiyesi vermekte olduğumuzun farkında olmuyoruz çoğu kez. Ancak sınavlarda hep tam puan alma hedefine yürütülmeleri mükemmeliyetçilik terbiyesi değil midir? Yine böyle davranarak çocuklara, olana değil olmayana odaklı bir bakış açısı kazandırdığımızın farkında mıyız? Çünkü yirmi soruluk testte bir yanlışı çıktı diye kendisini kahreden bir öğrenci yaptığı on dokuz doğrunun mutluluğunu yaşayamıyor.

Yeni nesil neden mutlu olmayı bilmiyor, elindekinin kıymetini takdir etmiyor, ne kadar da sabırsızlar diye soran ve şaşıran yetişkinler, biraz da bu noktaya dikkat kesilmeli, değil mi?

Empatiyi öğrensinler ve içselleştirsinler gibi beklentimiz var mesela çocuklardan. Bunu onlardan istiyoruz da, bizde aynı duyguyu veya özelliği ne kadar görüyorlar? Onların süreç boyunca gösterdikleri çabalarını takdir etmeden sadece sonuca bakarak not üzerinden değerlendirmek, eleştirmek hele ki başkalarıyla kıyaslamak ne kadar doğru? Aynı şey bize yapılsa ne hissederiz? Küçük Prens “büyüklerin sayıları çok sevdiğini” söylüyor. Ancak kim “Ayda kaç para kazanıyorsun, falanca kişi senden daha çok kazanıyor.” “Kaç kilosun, şu kadar zamanda şu kadar kilo aldın sanki.” “Eviniz kaç odalı, filancalar 4+1 daireye geçmişler” türünden ifadelere muhatap olmaktan hoşlanır?

Evet, dünyalarımız birbirinden farklı ve biz farklı şeylerden bahsediyormuşuz gibi geliyor. Yine de insan olmak itibariyle özde aynı hassasiyetlerimiz var. Ne de çabuk unutuyoruz. 

Sahi kanaat, huzur, bereket gibi kavramlar nereye gittiler? Hani sayılarla ifade edemediğimiz, istatistik verilerle açıklayamadığımız, başka bir dilden konuşmayı gerektiren, hayatı hayat, insanı insan kılan değerler. Ait olduğumuz medeniyetin yansıması olan öz değerlerimiz… Onların yokluğundan bu kadar mustarip iken yeni nesli aynı yönde sevk ettiğimizi görmek de ayrıca düşündürücü.

O halde refah, zenginlik, mutluluk, başarı, kariyer, prestij peşinde koşmayı hedef gösteren sistemin çarklarına su taşımak yerine, insan için asıl olanın ne olduğunu gözeten yeni bir bakış açısıyla kendimize ve hayata bakmayı öğrenmeliyiz. Bunu edinmenin yolu gösterilmiş, imkânı sunulmuş. İlk emirde buyrulduğu üzere bize düşen okumak… Yine yeniden… Böylece farkındalık kazanmak, bilinçlenmek, neyi niçin istediğini veya neyi niçin reddettiğini bilmek.

Biz üzerimize düşeni yapalım. Terbiye Edenimiz bizi sonuç alıp almadığımızla değil, süreçte yapıp etmelerimizle değerlendireceğini bildiriyor; kaldıramayacağımız yükü yüklemeyeceğini bize. O Rahman… O Rahim…