TR EN

Dil Seçin

Ara

Ölüm, Asıl Vatana Dönmektir

Ölüm, Asıl Vatana Dönmektir

Asıl vatanımız cennettir.

Bir insanın babası hangi memleketli ise, kendisi de oralı sayılır. Kendisi başka bir diyarda dünyaya gelse dahi, memleketi sorulduğunda, babasının memleketini söyler.

Bizim atamız Âdem (as.) bu dünyaya cennetten geldiğinden, biz neseben cennetliyiz. Asıl vatanımız cennettir. Bu dünyaya ise çalışmak ve memleketimize büyük bir sermaye ile dönmek üzere gelmiş bulunuyoruz. Ama burada vazifemizi yapmayıp, ihmal edip, müebbet hapse mahkûm olmamız ve artık memleketimize dönemememiz de söz konusu olabilir.

Gurbette çalışmaya giden bir işçi memleketine eli boş dönse ve kendisine gurbette ne yaptığı sorulduğunda ise, “şöyle yedim, böyle içtim, şu makamlara çıktım” dese, bu kişinin aklına şaşılır. Çünkü bu adam gurbete, yeme, içme ve eğ­lenmeye değil, dönüşünde bir şeyler getirmek üzere çalışmaya gitmiştir.

O halde bu dünyada bırakacağımız şeylerden daha çok, beraberimizde götürebileceğimiz hayırlı şeylere önem verme­miz lâzımdır.

Bir insan öldüğü zaman, servet sahibi ise, bu servetini yanında götü­remez; evlâdına miras kalır. Bu insan âlim ve fâzıl bir kimse ise, bu ilim ve faziletini beraberinde götürür, oğluna bırakmaz. Hayatta iken oğluna öğrettiği şeyler ve verdiği terbiye bahsimizden hariçtir. Çünkü, oğluna bir şeyler öğretmekle kendi ilminde bir eksilme olmuyor, yine kendi ilmiyle bu dünyadan göçüp gidiyor.

Bu duruma göre insan bu dünyada ya taat, iba­det, fazilet ve tahkikî imanla yüklenip âhirete göçüyor veya isyan, küfür, ahlâksızlık gibi menhus şeylerle dolarak bu dünyadan ayrılıyor.

Dünyevî olan servet, makam, zevk ve safâ gibi; fakirlik, elem ve keder de bu dünyada kalmaktadır. Önemli olan ise, beraberimizde götürdü­ğümüz yaşadığımız hayatın olumlu ve olumsuz sonuçlarıdır. Bu noktayı unutmamak ve hedefi kaybetmemek gerekir.

Bu dünyada misafir ve yolcu olan insan için en mühim şey varacağı yerdir. Yolda çekilen acılar, elemler gibi, alınan lezzetler de önemsiz­dir. Buna şöyle bir örnek verebiliriz:

Erzurum'dan İstanbul’a trenle gitmekte olan iki şahıs düşünelim. Bun­lardan birisi padişahın lütfuna mazhar olmaya, diğeri ise sorgulanıp mahkemeye çıkmak ve ceza almak için gitsinler.

Elbette ki, biz bu şahıslardan birin­cisine bahtiyar, ikincisine ise bedbaht diyeceğiz. Bahtiyar olan kişi, trenin üçüncü mevkiinde de gitse, hatta yer bulamayıp ayakta koridorda da gitse pek önemi yoktur. Çünkü, bu seyahatin neticesinde kendisini büyük bir saadet beklemektedir. Bedbaht adam ise, seyahatini yataklı vagonda konfor içinde yapsa, her türlü ihtiyacı en iyi şekilde karşılansa da yine önemsizdir. Çünkü bu seyahatin sonu, onun için ceza ve zarardır.

Dünyevî hayatımız, trendeki mevki farklarından başka bir şey değildir. Bununla beraber hem yataklı vagonda gitmek, hem de lütfa mazhar olmak da mümkündür. İslâmiyet buna mâni değildir, aksine müşevvik olmuştur.

 

***

 

Gurbette çalışmaya giden bir işçi memleketine eli boş dönse ve kendisine gurbette ne yaptığı sorulduğunda ise, “şöyle yedim, böyle içtim, şu makamlara çıktım” dese, bu kişinin aklına şaşılır.

 

***

 

“Çok sevdiğimiz ve 40 yılı aşkın bir zamandır ilminden, İrfanından İstifade ettiğimiz

değerli büyüğümüz Mehmed Kırkıncı Hocamıza

Mevla gani gani rahmet eylesin.

Üzerimizdeki hakkı, gerçekten ödenmeyecek kadar fazladır. Zafer Dergimize her zaman sahip çıktı hocamız.

Onu hep rahmetle, duayla, hayırla yâd edeceğiz.

Çok özleyeceğiz.

Rabbimiz ebedi âlemde ve cennette buluştursun.”