TR EN

Dil Seçin

Ara

Kahve Bahane

Kahve Bahane

Hayat hızla akıyor diyoruz sık sık. Günlük koşturmalar içinde biraz soluklanma imkânı sağlayan fırsatları kolluyoruz. Biraz olsun hızımızı kesecek, bizi şöyle bir durdurup dinlendirecek fırsatları. Hayat koşturmasına kapılmış giderken en çok da kendimizden uzak düşmüşlüğümüzden mustaribiz. Durup durulma ihtiyacı duymamız bu yüzden. Kendine yeniden yakın olma, kendiyle ünsiyet kurma ihtiyacı bir başka deyişle.

Tüketim toplumu yalnızlaşan/yalnızlaştırılan bireyin bu tür ihtiyaçlarına yine kendi anlam çerçevesinden cevap veriyor. İnsan sosyal bir varlık. Anlamak ve anlaşılmak istiyor. Bugün siyasi, sosyal, ekonomik, psikolojik gibi farklı adlar altında karşımıza çıkan pek çok problemin temelinde de insanın bu anlama ve anlaşılma ihtiyacının giderilememesi yatıyor aslında. Hayatın fıtratla kavga üzerine kurulu olmadığı zamanlarda insanların sade ve samimi ilişkileri, birçok problemin zemin bulmasına engel olmaktaydı zaten. Ancak değiştiğimiz dönüştüğümüz inkâr edilmez bir gerçek. Böylece bir yandan düşünce dünyamız şekillenirken diğer yandan bu değişim günlük hayat pratiklerimizde görünür hale gelip normalleşiyor.

Kahve üzerinden düşünelim mesela. Bir arkadaş veya dost elinden içildiğinde kırk yıl hatırı sayılan, her yudumuna muhabbetin eşlik ettiği kahve üzerinden… İnsan ilişkilerinin pekişmesine, derinleşmesine, güzelleşmesine ne güzel vesiledir değil mi? Atalarımız boşuna “Gönül muhabbet ister, kahve bahane.” dememişler. Asıl istenen sakince, usulünce, sınırları gözetilerek yapılan paylaşımdır çünkü. Falanca arkadaşımla filanca yerdeydik diye sanal ortamlardan cümle âleme duyurma ihtiyacı duyulmaz bu tür samimi paylaşımlarda. Belki gönül odamızı saran dumanlar aralanmıştır bu muhabbetle, belki de biz dostumuzun tek başına taşımakta zorlandığı gönül yüküne bir el verip hafiflemesine vesile olmuşuzdur. Fikren ruhen bizi zenginleştiren bir farklılık bir farkındalıksa geriye kalan maksat hâsıl olmuş demektir. Kahve gerçekten de bahane…

Oysa tüketim toplumu söz konusu olduğunda daha farklı bir tabloyla karşılaşıyoruz dost muhabbetine vesile olur diye bildiğimiz kahveyle ilgili. Düşünün ki ekonomi merkezli bir hayat ve sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklarla karşılanmak zorunda olduğu dünyadır yaşadığımız. İnsana bu dünyada öncelikle maddi ihtiyaçlarını karşılama mücadelesi verme rolü biçilmiştir. Ancak sahip oldukları ve tükettikleriyle anlamlı ve değerli addedilen insan buna mecburdur. Daha çok sahip olmak ve daha çok tüketmek için de hayatla, hızla akıp giden zamanla ve başkalarıyla ister istemez hep rekabet halindedir. Bu koşturma ve mücadele içinde kendini gerçekleştirmeye çalışan insan bir o kadar da yalnızdır.

İnsan ilişkilerinin eskisi gibi devam etmesine imkân tanımayan bu hayat tarzı içinde yalnızlık duygusunu bertaraf edecek “yeni” paylaşım anlayışları geliştirilmiştir nitekim. Kahvenin belli bir “konsept” çerçevesinde hizmet veren marka mekânlarda satın alınan bir metaya dönüşmesi işte böyle bir anlayışın şekillendirdiği değişim örneklerinden biri olarak okunabilir. Bu anlayışta kahve deyince akla başka çağrışımlar gelmektedir artık. Özel mekânların müdavimi olmak, markaların kendine has ürün terminolojisine hâkimiyet, menü, fiyat listesi, sanal ortamlarda “konum bildirimi” yapılan sosyal bir aktivite. Bir de marka iddiası olmayıp kendini insanların geleceği öğrenme merakından hareketle tanımlayıp “fal” hizmetleri ile piyasada yer edinmeye çalışan mekânların varlığı söz konusu.

Nereden nereye… Evet böyle bir sosyalleşme çabası, hayat koşusunda biraz hız kesmek, bir yerlere takılmak ve yapıp etmelerini sanal ortamdan birilerine duyurup “var olduğunu hissetmek” gibi ihtiyaçlara bir nebzeye kadar cevap verebilir. Ancak neticede özgür birey, ‘an’ı yaşamak, kâr maksimizasyonu gibi kavramlar üzerine kurulu modern hayat algısının bir yansıması olarak ortaya çıkmış, o algı içinde bir anlam ifade eden bir çabadır bu. Kadim değerlerden beslenen medeniyetimizin öngördüğü modelden farklı bir insan profilidir söz konusu olan. Bu nedenle kendisiyle uzak düşmüşlüğünden mustarip olan bizim insanımızın derdine derman olmaz bu tür çabalar. Onun dermanı fıtratıyla barışık bir düşünce yapısı ve hayatın doğal akışı içinde şekillenen insan ilişkilerindedir. Bu da yaratan, yaşatan, terbiye eden, sonunda kendisine döndürüleceği Rabbi ile ilişkisinden bağımsız değildir vesselam.