Eskiden şipşakçı fotoğrafçılar vardı. 1980’lere kadar şehir merkezinin bir köşesinde vesikalık çekerler ve kısa sürede fotoğrafı müşterilerine verirlerdi.
Büyük bir tahta kutudan oluşan fotoğraf makinaları aynı zamanda küçük bir karanlık oda idi. Karşısında oturttukları modeli uzun süre pozladıktan sonra kutunun arka tarafındaki siyah kumaşlarla ışığı izole edilen kutunun içine kafalarını sokarlar ve çektikleri fotoğrafı banyo edip tab ederlerdi.
Aslında aynı zaman diliminde insanların boyunlarına takıp özgürce fotoğraf çektikleri kameralar da çoktan piyasaya çıkmıştı. Yaklaşık yüz yıldır yaygın olarak kullanılan fotoğraf makinalarının tarihçesi çok da eski değildir.
Bundan tam bin yıl önce fotoğraf makinasının atası sayılan ilk karanlık kutuyu (camera obscura) İbnü'l Heysem adındaki fizik bilim adamı yapmıştı. Dünyanın en gelişmiş kamerası ve lensi olan gözümüzü inceleyen ve optik biliminin kurucusu sayılan bu bilim adamının yaptığı ilk kamera prototipi İstanbul’da Gülhane Parkı’ndaki İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
Resimde, İbnü'l Heysem'in üç mum deneyi görülüyor.
Karanlık bir kutu üzerindeki bir iğne deliğinden oluşan bu kamera, delikten giren ışık karşısındaki nesnenin görüntüsünü kutu içine ters olarak yansıtmaktadır. Bu görüntünün bir kağıt üzerine kaydedilmesi ise 1830’lu yıllarda Fransa’dan Joseph Niepce, Louis Jacques Daguerre ve İngiltere’den William Henry Fox Talbot gibi bazı bilim adamları tarafından gerçekleştirilmiştir. Fotograf; Yunanca ışık anlamına gelen foto ve çizim anlamına gelen grafi kelimelerinden türetilmiştir. İlk zamanlar uzun pozlama süresi gerektiren ve siyah beyaz olan fotoğraf tekniği, zamanla renkli fotoğraf tekniğine dönüşmüş ve günümüzde dijital teknolojiyle herkesin cebine telefonuyla birlikte girmiştir.
Elbette sinema ve videonun da yanyana getirilen yüzlerce fotoğraf karesinden meydana geldiğini de söylemek lazım.
İyi bir fotoğraf, kameradan ziyade fotoğrafı çekenin marifetiyle ortaya çıkar. Bakmak ve görmek fotoğrafçılığın birinci şartıdır. “Herkesin bakmadığı bir noktadan bakmak” ve “farklı olanı yakalamak” fotoğraf sanatının ana sloganıdır.
Ünlü Romantizm sanat akımı ressamı Delacroix’in “Biz romantik olduktan sonra dağlar daha güzel göründü” sözü aslında biz fotoğraf çekmeye başladıktan sonra herşey daha güzel görünmeye başladı şeklinde de yorumlanabilir.
İnsanların günlük yaşamlarındaki güzel anlarını fotoğraf ve video ile kaydetmesi, insanın her hareketinin kaydeden ‘Kiramen Kâtibin’ meleklerini çağrıştırdığı gibi levh-i mahfuzda kaydedilmesine de işaret etmektedir. Haşir meydanında insanların yargılandığı gün, yaptıkları iyilik ve kötülüklerin nasıl belgelendiğini böylece anlamak hiç zor olmasa gerek. Hatta bugünün teknolojisiyle bile bir flaş belleğe bir ömrü sığdırmak mümkün.
Fotoğrafçılar kadraj adı verilen bir çerçeve ile dünyaya bakarlar. İki elin başparmak ve işaret parmağını doksan derece bir açı ile L harfi biçimine getirip birinin işaret parmağını diğer elinin başparmağı üzerine getirerek bir çerçeve oluşturmak bu kadrajı sembolize eder. Ya da bazı fotoğrafçılar dia film çerçevesi gibi bir çerçeve ile tabiattaki ilahi güzelliklerin üzerinde detayları ararlar. Aslında her fotoğraf makinasının gözümüzle baktığımız vizörü bize, kadrajıyla dünyaya farklı bakmamızı ve güzellikleri farketmemizi ders verir.
Fotoğraf sanatı, vesikalık fotoğraf ve hatıra fotoğrafının çok ötesinde, kainata estetik bir bakış açısıyla bakmak ve anı yakalamaktır. Hayatın güzellikleri, günlük koşuşturmalar içerisinde ve ülfet sebebiyle sıradanlaşırken, fotoğraf bir çerçeve içerisinden bize farketmediğimiz detayları gösterir.
Kainattaki güzellikleri temaşa etmek için bu dünyaya gönderilen insana, rehberler tayin edildiği gibi, bu güzelliklerin detayları video ve fotoğraf makinası gibi nimetlerle ayağına kadar getirilmiştir. İnternet ile de bunların paylaşımında sınırlar aradan kalkmış ve insana da bu güzellikleri görmek, sanatkârını takdir etmek ve bu güzellikler için teşekkür etmek kalmıştır.