Gelen, O'dur!..
Şiir
Ara
Şiir
Mekke’de seher vakti… ufukta mor ışıklar…
Bir bahar ferahlığı serpiyor serin rüzgâr…
Fil Vak’ası… Ebrehe… iki ay kadar olmuş,
Korku-sevinç tufânı, yeni yeni durulmuş…
Pazartesi, Rebîül’evvel… on ikinci gün
“Yeni Çağ”ın ilk günü için ağarmakta gün!..
Kâbe’de yakarışta yine Abdülmuttalip,
Açılmış O’na “Esrâr”, görünür olmuş “Gâip”!..
Seyrediyor: asırlar, önünde sıralanmış;
Mâzî!.. “Şerefli Zincir”… İbrâhim’e dayanmış…
İsmâil’den Adnan’a… O’ndan da yirmi kuşak,
Bir “Nûr” alınlarında ve hepsi şirkten uzak!..
Nesil nesil taşınan “emânet”… elden ele…
Ve çile… her kıymetli “oluş”a tohum: Çile!..
İstikbâl, ayan beyan: Arz, “velâdet” bahrinde,
İns ve Cin “Son Nebî”ye ümmet olma fahrinde!..
Ve şu an!.. her varlıktan süzülen sabırsızlık,
Bir özleyiş, bir ümit… gözyaşı kadar ılık…
Yerde bir ulvî sancı, göklerde işâretler!..
Tevrat, İncil… “Gelen”i müjdeleyen âyetler!..
Dem, bu dem… beklenen gün, başka şafakta değil;
“Âleme Rahmet Yetîm” O’ndan uzakta değil!..
Sezdi Abdülmuttalip; bakışları derinde,
Tüllendi Abdullâh’ın acısı gözlerinde!..
Evindeyse, hummalı bir hazırlık, bir telâş…
Giren, çıkan… avluda kaynayan su, tüten aş…
Her doğum beklenilen evde olan biten iş…
Heyhât… olağanlıklar, sırları peçelemiş!..
Âmine!.. bir bambaşka âlemde, ötelerde,
Cennet boyutlarında!.. kalkmış aradan perde!..
Mekânda sınırsızlık; zamanda “ân” “asr”a denk!..
Doğu, Batı… tek bahçe; gece, gündüzle hevenk!..
Sağda Pers Ülkeleri… kule kule ihtişam!..
Solda Bizans!.. sûrların ardında kasvet ve gâm!..
Ayağına serilmiş O’nun, yerler ve gökler,
Ve kuşatmış ufkunu ak kanatlı melekler!..
Daha da şereflendi, O’na olmakla hemdem,
İki Cennet Hanımı: Âsiye ile Meryem!..
Meleklerin serdiği döşek; zemîne değmez!..
“İnayet”le dokunmuş ipek; tenine değmez!..
Sonra bir ses: “Âmine!.. müjdeler olsun sana!..
Bir devlete erdin ki, ermedi hiçbir ana!..”
“Bir Nûr doğuyor senden, İki Cihâna Sultan!..
O olmasa, Eflâk’i yaratmazdı Yaradan!..”
El pençe divân durmuş çepeçevre Hûrî’ler
Kâseler ellerinde… Rabbin İkrâmı: Kevser!..
Yudumladı… rûhunda tarifsiz bir serinlik,
Işık üstü aydınlık, fezâ boyu derinlik!..
Göründü bir “Beyaz Kuş”… O’na “semâvî ebe”!..
Her mu’cize, zâhirde bağlanmış bir sebebe…
Ve bir kanat temâsı, İlâhî Şefkât eli!..
Yayıldı âsumâna yıldız yıldız Nûr seli!..
“Gaye”ye vardı zaman!.. can buldu ezel, ebed!..
O ân doğdu “Son Resûl”, güzel ismi: Muhammed!..
O isim anıldıkça O’na Salât ve Selâm!..
Nefes verip aldıkça, O’na Salât ve Selâm!..
Böyle bir soruyu soranlara: Olmaz olur mu hiç? Var olan bir şeyden…
İlim bir nûrdur. O nûr ile cehâlet karanlıkları ortadan kalkar. Akıl, ilim…
Mümin olan insan, her şeyi Allah’ın yarattığını bilmekle büyük bir manevi kuvvete…
İnsan ahirete gittikten sonra, ne dünyaya dönmeyi irade edebilir, ne de buna…
Ahiret, bu dünya hayatının son bulmasından, kıyametin kopmasından, dağların uçuşup denizlerin yanmasından..…
Bir ülke düşünün… Işıkları tamamen sönmüş, yaşayanların ise sesleri kısılmış. Ses soluk…