TR EN

Dil Seçin

Ara

Asâ-yı Mûsa!..

Şiir

Nil Nehri kıyısı... bir köy; virane!..

Kamıştan kerpiçten üç - beş yüz hâne...

 

Ama sâkinleri, seçilmiş, asîl;

Yâkup Peygamber’e hemen dört nesil!..

 

Dillerde taptaze Yûsuf Kıssa’sı,

Züleyhâ’nın gönül yakan sevdâsı!..

 

Mısır’ın o güzel günleri bitmiş,

Peygamber nefesi, silinip gitmiş!..

 

Şimdi; ezâ, cefa... zayıflar, köle!..

Sevinç, huzûr, sükûn... savrulmuş yele...

 

Üç bin yıl önce de öyleymiş demek,

Baştaki, zâlim’se, beyhûde emek!..

 

...

 

Firavun bir rüya gördü: Bir ateş,

Cihânı kaplanmış, cehenneme eş!..

 

Kudüs’ten geliyor, doğru Mısır’a!..

Simsiyah bir enkaz hep ardı sıra...

 

Kahinlere koştu; dediler: “-Eyvâh,

Saltanatın elden gidiyor... vâh vâh!..”

 

“-Beklenen Resûl’ün gelmesi yakın,

Şu Peygamber Torunlarından sakın!..”

 

Çâre “kan”dı gûyâ; başladı zulüm:

“-Doğacak her erkek çocuğa ölüm!..”

 

Îman yolu, diken... “Mü’min hep garîp!..”

Böyle gelmiş böyle gider... Yâ Karîb!..

 

“İlâhi takdir”e tedbir neylesin,

Gelecekti Mûsa!.. tâbir neylesin!..

 

Doğdu “Kelîmullah”!.. gözlerden saklı,

“Tasa”ya bürülü, “gam”la kundaklı!..

 

Semâdan bir nidâ: “-Ey Dertli Ana,

Bağışladı Allah, yavrunu sana!..”

 

“-Onu emzir... sandığa koy, sal Nil’e!..

Tevekkül et; hayra varır her çile...”

 

“-Hüzünlenme; Rabbin, geri verecek,

Müjde!.. Oğlun, “resûllüğe” erecek!..”...

 

Evet; böyle oldu... Nurtopu Bebek,

Firavun’un sarayında elbebek!..

 

Taş kalpleri eriten O Muktedîr,

Dilerse, kuzuyu kurta besletir!..

 

...

 

Yıllar geçti... Mûsa, bir yiğit civân

Uzun boy, yağız ten... güçlü, pehlivan!..

 

Yaş otuz... Gurbete çıktı; Medyen’e

Şuayb Peygamber’e hizmet; on sene...

 

O’na damat oldu; çobanlık etti...

Sonunda “nübüvvet tahsîli” bitti!..

 

Çalışmayla “nebî” olunmaz elbet,

Ne var ki, böyledir İlâhî Hikmet:

 

Rab, “terbiye” eder seçtiği kulu,

Çile, kan, ter... “yücelmenin” okulu!..

 

Evet; hicret, hasret... “vuslat”a sebep

Ve “çobanlık”, önderliğe ilk mektep!..

 

Çobandır “dilsiz”i duyup anlayan,

Kurdu kuşu kovan... deren - toplayan...

 

İnsanlık, şu Emri baş tâcı etsin:

“-Herkes, çoban; sürüsünü gözetsin!..”

 

...

 

Mısır özlemiyle yollarda Mûsa,

Elinde Şuayb’in verdiği Asâ!..

 

Bu Asâ, Âdem’in; menşe’i Cennet!..

Nebî’den nebî’ye geçen emânet!..

 

Tuvâ Vâdîsi’nde bir ateş!.. Durdu,

Bir ses O’na: “-Ben Rabbinim!..” buyurdu!..

 

“-Seni Resûl seçtim, vazifen ağır,

Hemen Firavun’u Hak Dîn’e çağır!..”

 

“-Asân, Ejder olup Şerri yutacak,

Elin, bir Nûr; Karanlığı yırtacak!..”

 

“-İşte, mûcizeyle donattım Seni,

Namaz kıl!.. Her işte hatırla Beni!..”...

 

Bu Ses!.. Dağlar bile haşyetten çöker!..

Secdeye kapandı Mûsa Peygamber:

 

“-Rabbim!.. Muzaffer kıl lütfunla beni,

Güçlendir, Kardeşim Hârûn’la beni!..”

 

“-Yayılsın Âleme Şerefli İsmin,

Hayra çevir hâlimizi Yâ Muîn!..”...

 

...

 

İki Şanlı Elçi, Mûsa ve Hârûn

Dediler: “-Îmâna gel Ey Firavun!..”

 

“-Rabbimiz, Tek Allah!.. Alîm ve Kadîr!..

Öl!.. der, hayat söner; Ol!.. der, diriltir!..”

 

“-O’na inananlar ebedî yaşar,

Kaybolan gençliğe kavuşur tekrar!..”...

 

Firavun şüphede... yetişti Hâmân:

“-Gerçek Tanrı Sensin!.. aldanma aman!..”...

 

Evet; her “firavun”, bir “hâmân” besler,

Nefsini azdıran bir “şeytan” besler!..

 

Birlikte dalarlar “yalan rûya”ya,

Birbirini düşürürler “gayyâ”ya!..

 

...

 

Sihirbazlarını topladı Hâmân!..

Büyük kapışmaya hazırdı meydan...

 

Resûl’ü “büyücü” sanan o kafa,

Sözde O’nu “sınayacak” bu defa...

 

Firavun, gururlu: “-Hazır ol Mûsa,

Görelim bakalım neymiş O Asâ!..”

 

“-Sen yenersen, bağışlarım kavmini,

Yenilirsen, yok ederim hepsini!..”...

 

Sebepler tükendi, “İnâyet” geldi,

“Mûcizeyle” zulme nihâyet geldi:

 

Bir “Ejderhâ” oldu, Asâ-yı Musa,

Yutuverdi!.. sihir, büyü... ne varsa...

 

Sâhirler secdede: “-Herkes bilse âh,

Mûsa ve Hârûn’un Rabbi, Tek İlâh!..”...

 

...

 

Mısır, mahşer yeri... Fırsat bu fırsat,

Toplandı mü’minler... azık, deve, at...

 

Yola çıktı Mûsa, Kudüs yönüne!..

Firavun da hemen düştü peşine...

 

Yüz binlik ordular!.. hepsi de atlı,

Başlarında Hâmân; zırhlı, pusatlı...

 

Tükendi ümitler... Düşman yetişti!..

“Kızıl Deniz”, önlerini kesmişti!..

 

Kaçmaya imkân yok, kalmayan derman...

“-Sen bilirsin Rabbim, Senindir Fermân!..”

 

Emir: “-Mûsâ!.. Vur Asâ’nı denize!..

Yarılır, yol açar dalgalar size!..”...

 

Evet... İnananlar, geçti kurtuldu,

Firavun ve Hâmân, suya garkoldu!..

 

“Kahhâr” ismi ile deryâ şahlandı,

Firavun dehşetle yere kapandı:

 

“-Rabbim Sensin!..” dedi ama, geç kaldı!..

Yine de bu “söz”le bir “ödül” aldı;

 

Şu Âyetle o ödül bildirildi:

“-Bugün, cesedine necât verildi!..”

 

...

 

Ve kırk yıl Tîh Çölü... uzun mâcera...

Tûr Dağı, On Emir... Kârûn... Bakara...

 

İman dâvâsında bitmeyen cihat,

Peş peşe, red - kabul… isyân - itâat…

 

Asâ-yı Mûsa’yla, Rabbim, zulmü kır!...

“Cennet-âsâ Baharlara” ulaştır!..

 

Salât’la, Selâm’la süslensin kelâm,

“Mûsa’ya da Hârûn’a da bin Selâm!..”