TR EN

Dil Seçin

Ara

Fener

Hayatın İçinden

 

Zengin bir iş adamı, hafta sonu tatilini bir kayak merkezinde geçirmek istemiş. Ve orada kaldığı günlerden bir gün, kaymak niyetiyle dışarı çıktığında, yoğun bir tipi yüzünden kaybolmuş. Telefonlar çekmiyormuş o civarlarda, bu yüzden de kimselere ulaşamamış. Önce biraz yükseklere tırmanmayı denemiş, her tarafı rahatça görmek için ama, tipi oralarda daha da şiddetliymiş. Sonra tekrar aşağıya yöneldiğinde, kendisini ormanlık bir alanda bulmuş. Hava yavaş yavaş kararıyormuş, beyaz görmekten yorulan gözleri gibi. Uzaktan uzağa kurt sesleri duyunca, korkuya kapılarak paniklemiş. Bir mağara da olsa, sığınması lâzımmış bir yerlere. Etrafına bir kez daha göz gezdirince, ormanın alt yamacında titrek bir ışık görmüş, kendisini oraya davet eden, ona sanki bir cankurtaran gibi gelen…

Bata-çıka, düşe-kalka o yöne doğru koşmuş. Birkaç yüz metre ötede tomruklardan yapılan bir kulübe varmış. Kapısının üstüne bir fener asılan, bacasından incecik bir duman yükselen...

Adam, yarı donmuş elleriyle kapıyı çalmadan önce, kapı otomatik gibi açılıvermiş. Bir ihtiyar çıkmış güler bir yüzle, en az seksen yaşında, belki de doksan. Gelen misafirini, oğlu gibi kucaklayıp içeri almış. Daha sonra bir sedire oturtmuş, kuzinenin yanı başında duran…

Zengin adam, konuşmakta zorlanıyormuş. Biraz açıldığında:

“Geldiğimi nasıl bildiniz?” diye sormuş. “Kapıyı çalmadım ki? Üstelik de şiddetli bir fırtına vardı.” 

Yaşlı adam, onun sırtını sıvazlayıp:

“Sizi bekliyordum” diye tebessüm etmiş. “Pencereden gözleyip duruyordum. Bu yüzden de o feneri dışarı astım.”

Adamın aklı karışmış bu işe ama, sesini çıkartmamış. Zaten bu tür şeyleri anlamakta zorlanırmış.

İhtiyar devam edip:

“Öğle vakti çorba yapmak istedim” demiş. “Tarhanayı sakladığım torba elimden kaydı, tencereye iki kişilik tarhana döküldü. Her zaman yaptığım ekmek, bugün iyice kabarıp bir kat daha büyüdü. Üç tavuktan sadece biri yumurtlarken, bugün iki tanesi yumurtladı. Anladım ki akşama bir misafirim var.”

Yaşlı adam, feneri içeri alırken, diğeri susuyormuş. Ona göre bunlar bir tesadüfmüş, biraz nadir görülse de pek önem taşımayan. Bulunduğu yerden etrafına bakınmış. Oturduğu sedirin alt kısmında, yani yerde duran bir ahşap masanın üstünde, iki tabakla birlikte iki de kaşık varmış. İki de bardak tabi.

Yaşlı adama onları gösterip. 

“Galiba eşiniz de evde” demiş. “Her halde üst katta, öyle değil mi?”

İhtiyar gülümseyip:

“Eşim yirmi yıl önce vefat etti” demiş. “Çocuklar da burayı terk ettiler. Kısacası yalnızım. Sofrayı sizin için hazırladım. Hemen geçelim de çorbamız soğumasın.”

Zengin adam iyice afallayıp, ihtiyara farklı bir gözle bakmaya başlamış. ‘Tesadüf’ dediği şeylere de tabi ki… Çorbayı büyük bir iştahla kaşıklarken, pencereden dışarıya bir göz atarak:

“Fırtına bir anda kesildi” demiş. “Hava da açtı ama ayaz başladı. Burayı bulmasaydım, kesinlikle donardım. Oysa bu akşam otelde eğlence vardı. Havaî fişekler atılacaktı. Daha sonra sıcacık bir odaya geçip, dev ekrandan televizyon seyredecektim. Ama buna da şükür, az kalsın ölecektim.”

Yaşlı adam, yer masasını göstererek:

“Seni hayata bağlayan bir dilim kuru ekmek, en lezzetli yemeklerden daha iyidir” demiş. “Bence tarhana çorbası hiç de fena değildi. Yağda yapılan yumurta da öyle. Diğer eksikleri de tamamlarız.”

‘Diğer eksikler’ lafına gülmüş genç adam. Bu daracık kulübeyle o lüks otel arasında dağlar kadar fark varmış, etrafını çevreleyen sarp dağlar kadar. Ama ses çıkarmamış, ne de olsa misafirmiş bu garip yerde. Karınları doyunca, yaşlı adam onu çatı arasına çıkarmış. Oradaki küçük bir odacığa… Çatı üstünde bir metre kar olsa bile, içersi sıcacıkmış, belki otel odasından daha da sıcak.

“Kuzinenin bacası, bu odadan geçer” demiş ihtiyar adam. “Zaten yorganın da tiftikten yapılmıştır. Merak etme üşümezsin, hatta belki terlersin.”

Odanın orta yerinde ahşaptan çatılan bir karyola bulunuyormuş. Hem de iki kişilik, bir zamanlar ihtiyarın eşiyle paylaştığı… Onun ayakucunda da büyükçe bir pencere, elle dokunmuş bir perde ile örtülen.

Yaşlı adam, onları sonuna kadar açarak:

“İşte bu da televizyonun” demiş. “Üstelik de dev ekran. Arkada gördüğün dağlar, bu civarın en güzel dağlarıdır. Eğer dikkat edersen, ayın yakamozlarını dağdan akan şelalede görebilirsin.”

Zengin adam, yatağın ayakucuna oturup dışarıyı seyretmeye koyulmuş. İnanılmaz güzellikte bir mehtap varmış, adamın hem gönlünü, hem de çevreyi ışıl ışıl aydınlatan... İhtiyar adam, önce kutup yıldızını göstermiş ona, kaybolan insanlara yol gösteren. Tarif etmiş onun nasıl bulunduğunu. Sonra gökyüzünde bir yer işaret etmiş, adeta ışıktan bir nehir oluşturan, ‘Saman Yolu’ adıyla şöhret bulan.

Zengin adam, belki hayatı boyunca hiç dikkatle bakmadığı gökyüzüne bakarken, ihtiyar ona kayan bir yıldız gösterip:

“Bu günlerde meteor yağmuru var” demiş. “Dikkat et de yıldızlar düşmesin üstüne. Oteldeki havaî fişek gösterisi, bunların yanında sönük kalmaz mı?”

Zengin adamın gözleri hâlâ yıldızlardaymış, biraz farklı bakıyormuş artık dünyaya. Anladığı kadarıyla ‘mutluluk’ denen iksir, bakmaktan çok görmesini bilenlerinmiş. Odadaki gaz lambasına işaret ederek: 

“Bu feneri her akşam, dış kapının üzerine asmalısınız” demiş. “Benim gibi cahilleri buraya çekip, ruhlarını aydınlatmaya sebep olsun.”