TR EN

Dil Seçin

Ara

Kâinat Ağacının Meyveleri

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi…” -Şuâlar

 

İnsanlık en büyük bir nimet. Birçokları, bu İlâhî ihsana karşı şükretmek yerine, insan olmayı kendileri başarmışlar da diğer varlıklar sınıfta kalmışlar gibi tuhaf bir ruh haletine bürünüyor ve onlara yukarıdan bakıyor, onları düşünmeye değer bulmuyorlar. Bu garip hale, Üstat Bediüzzaman Hazretleri çok güzel bir isim koymuş: Nev’in enaniyeti.

***

Şuâlardaki çok kapsamlı insan tarifinden bir cümle:

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi…”

İnsan en son ve en cemiyetli meyve olduğuna göre, ondan önce yaratılmış başka meyveler de var demektir. Bu meyveler onun kadar cemiyetli değillerdir. Yani onlarda bütün İlâhî isimlerin tecellileri görülmez; fakat kendi mahiyetlerine ve görevlerine göre hepsi en güzel şekilde yaratılmışlardır. Yani, insan en son meyvedir, ama tek meyve değildir.

Bu son meyveden önceki meyvelere şöyle bir göz atalım: 

İlk önce bitkiler yaratılmış. İlk bitkinin ne olduğu konusunda farklı görüşler var. Biz bu tartışmaları botanikçilerimize bırakıp, örnek olarak bir çiçeği, meselâ, lâleyi ele alalım. Yani, kâinatın ilk meyvesi lâle olmuş olsun.

Kâinat ve lâle.. Biri ağaç diğeri meyve… Ve bu koca âlem o an için bir lâle fabrikası…

Güneş lâle için doğuyor, yağmur onun için yağıyor, bahar onun için geliyor.

İkinci bitki, meselâ, bir söğüt ağacı olsun. Aslında, bu yeni meyve için ayrı bir fabrika, yeni bir kâinat gerekecektir. Ama hiç de öyle olmamış. Aynı fabrika, lâle yanında söğüdü de mahsul vermiş. Ve “kâinatın ne fabrikası olduğu” sorusuna iki cevap vermek durumunda kalmışız. Lâle ve söğüt fabrikası…

Böylece sayıları bir milyonu çok aşkın bitki türleri yaratılmış.. Her biri ayrı bir mamul, her biri ayrı bir meyve… Bunların her biri için farklı bir fabrika gerekirken, tümü aynı fabrikadan yaratılmışlar…

Melekler, bir fuardaki farklı pavyonları gezer gibi, bu farklı mahsullerin her birini ayrı ayrı ziyaret etmişler, her birindeki farklı sanatı hayranlıkla seyretmişler. Yaratıcının kudretine ve hikmetine hayretleri arttıkça artmış.

İş bu kadarla kalmamış… Bitki türlerinden sonra, onların hiçbirine benzemeyen bir meyve daha yaratılmış; gören, işiten, seven, korkan bir meyve…  

İlk bitki gibi, bu ilk canlının da hangisi olduğu konusunu bu sahanın yetkililerine bırakarak, örnek olmak üzere, herhangi bir hayvanı, meselâ, güvercini ele alalım. Onun yaratılışıyla kâinat artık “güvercin fabrikası” da olmuş. 

Bugünkü tahminlere göre canlıların tür sayısı bir milyon altı yüz bin. Bunları tek tek saymamız mümkün değil. Bu yeni misafirlerin yaratılmalarıyla kâinat artık koyun fabrikası, deve fabrikası, balık fabrikası, aslan fabrikası, kelebek fabrikası, arı fabrikası da olmuş...

Önceleri güneş sadece lâleler için doğarken, şimdi milyonlarca tür bitki ve hayvan için doğmakta, yer küremiz  bunların tümü için dönmekte, hava unsuru bunların hepsine hizmet vermekte, mevsimler bunlar için nöbetle görev yapmaktalar.

Bütün bu yardımcı varlıklar yaratıldıktan sonra, artık sıra  arzın halifesinin yaratılmasına gelmiş ve ilk insan olarak Hazreti Adem (as.) yaratılmış.

Bu yeni misafir, bu “en son ve en mükemmel meyve” önceki meyvelerin kimler ve neler olduklarını, ne görev yaptıklarını, onlara takılan cihazların hikmetlerini de okuyup anlama kabiliyetine sahip kılınmış… Akıl denilen o büyük nimet ile, bu son meyve, kâinat fabrikasının sadece en harika mahsulü olmakla kalmamış, diğer mahsulleri de tanıma ve onlarda tasarruf etme yetkisine sahip kılınmış.

O, şimdi hem misafir, hem halife, hem eser, hem seyircidir.

***

Allah, bütün eserlerini sever… Lâleyi de sever, güvercini de… Ama, en sevdiği eserinin insan olduğunda şüphe yok… Zira, insan O’nun en mükemmel eseri, ahsen-i takvim üzere, yani en mükemmel bir istidatta, en harika bir sanatla yarattığı  varlık…

Bunun şükrünü yerine getirmekten aciziz. Ama, bu arada şunu da tekrar hatırlamamız gerekiyor: Biz “en son ve en cemiyetli” meyveyiz, fakat tek meyve değiliz.

Diğer meyveleri de Rabbimizin birer eseri olarak bilmek, onları da ibret nazarıyla seyretmekle görevliyiz. Aksi halde, Üstat hazretlerinin “enaniyet-i nev’iyye” dediği hastalığa yakalanma tehlikesi bizim için de söz konusu olabilir. Bu hastalıkla başı dönen bir insan, artık ne güneşi, ne ayı, ne hayvanı, ne bitkiyi düşünmeye ve hayretle temaşa etmeye değer bulmaz. Sadece kendi nefsine, menfaatine, zevk ve sefasına bakar. Her insan, öncelikle kendi nefsini sevdiği için de, bu sevgisinde bir bakıma tek başına kalır.

Biz, münakaşa ettiğimiz ve menfaat kavgası verdiğimiz bir insanın en mükemmel bir İlâhî sanat eseri olduğunu hiç hatırlıyor muyuz? Herkesle kavgası olan bir insan da kimseyi seyredemez. Yalnız ve perişan bir hayat sürer ve sonunda sevdiklerini de, sevmeye değer bulmadıklarını da geride bırakıp bu dünyadan göçüp gider.

***

Bu âlemi, sadece insan eksenli olarak açıklamaya kalktığımızda, Adem babamızdan kıyamete kadar süren sınırlı bir dönemi esas almış oluruz. Kur’ân-ı Kerim her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini beyan etmekle, insansız kâinatın da Allah namına birçok görevler yüklendiğini ve bunu en güzel şekilde yerine getirdiğini ders verir. Nur Külliyatında önemle nazara verildiği gibi, bütün varlık âlemi, hem Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir aynalar manzumesidir, hem o varlıkları seyir ve temaşa edenler için bir tefekkür ve hayret levhasıdır, hem de Cenab-ı Hak bu alemde sergilediği kudret mucizelerini, hikmet definelerini ve rahmet hazinelerini  kendisi bizzât müşahede etmektedir.

İnsan, bu âlemin sadece kendine bakan yönüne nazar etmekle yetindiğinde, bu gibi gaybî yönlerden habersiz yaşar. Böyle bir insan, insanlar arasında yalnız yaşadığı gibi, kâinatta da bir bakıma yalnız kalır.

Güneş onunla yakın bir dostluk kurmuşken, gözünün içinde çalışırken, o, bu samimi dostunun ışığı altında onu hiç düşünmeden ömür sürer.

Hava, her nefes aldığında onun ciğerlerinde temizlik yaparken, o ise bu sadık hizmetçisini aklına bile getirmez.

Böyle iki yakın dostuyla arası açık olan insan, artık ne denizlere gerçek manada nazar edebilir, ne ormanlara, ne de yıldızlara. Halbuki, bu üç grubun her biri bu kâinat fuarının ayrı birer bölümüdürler. Her birinde nice İlâhî sanat eserleri sergilenmektedir.

***

İnsan bu kâinat ağacının tek meyvesi olmadığı gibi, bu âlem fuarının da tek seyircisi ve bu  yeryüzü  sofrasının tek misafiri değildir. 

O, tek eser değil, ama en mükemmel eserdir. Bunu böyle bilip Rabbine sonsuz şükrederken, diğer misafirleri ve sair mahlukatı görmezlikten gelmemeli, “enaniyet-i neviye”   hastalığından şiddetle uzak kalmalıdır.