TR EN

Dil Seçin

Ara

Fotoğrafçı

Hayatın İçinden

 

Adam emekli olunca şehirden uzaklaşarak sakin bir kasabaya yerleşmişti. Bazı belgeler için bir fotoğraf istemişlerdi kendisinden, vesikalık fotoğraf. Esasında bir sürü resmi vardı ama hepsi gençlik yıllarına aitti. Saçları simsiyahtı o zamanlar, tel tel dökülmüyordu. Yüzünde de hiçbir kırışık yoktu.   Şimdi o fotoğraflardan birini verse, herhalde herkes onunla alay ederdi. Zaten böyle bir şeyi de kabul etmezlerdi ya…

Fotoğraf çektirmek için çarşıya çıktığında, yolda kime rastladıysa bir fotoğrafçı sordu.

“Fotoğrafçı da neymiş?” Kimseler bilmiyordu.

Ne biçim yerdi burası, anlamıyordu. Yakınlarda bir sürü market vardı, berber vardı, eczane vardı ama her nedense fotoğrafçı bulunmuyordu. Can sıkıntısıyla geri dönerken, bodrum katındaki ufacık bir dükkânda, ona ait küçücük bir camekânın üstünde, büyük harflerle yazılan bir yazı gördü:

“VESİKALIK FOTOĞRAFLAR BULUNUR.”

Sekiz-on basamak inip dükkâna girdiğinde, çok yaşlı bir adamla karşılaştı. İhtiyar adam, antika bir iskemlede oturuyordu ve en az doksan yaşında olmalıydı, belki de daha fazla…

Selam verdikten sonra:

“Vesikalık fotoğrafa ihtiyacım var” dedi. “Yazınızı okuyunca geldim buraya.”

İhtiyar adam, önündeki kitaptan başını kaldırıp:

“Parayı peşin isterim” diye atıldı. “Boşuna uğraşmak işime gelmez. Otuz lira verirseniz bu işi hallederim.”

Adam, denileni yapıp parayı verdiğinde, ihtiyar yerinden kalkıp eski bir dolap açtı ve raflardan bir zarf çekerek onu gelen müşteriye uzattı.

Bir fotoğraf zarfıydı bu, herkesin her yerde kolayca rastladığı…

Adam zarfa bakınca:

“Böyle bir şey olmaz!” diye çıkıştı ihtiyara. “Resim çekilmeden resim mi verilirmiş?”

İhtiyar bir anda sinirlenerek:

“Vitrindeki yazıyı iyi oku!” dedi. “Vesikalık fotoğraflar bulunur’ yazdım. ‘Çekilir’ demedim ki…”

“Bu bir aldatmaca!” dedi parayı veren. “En iyi ihtimalle de bir kelime oyunu.”

“Zarfı al ve git!” diye bağırdı ihtiyar. “Bu dükkâna gelen kişi boşuna gelmez. Kısmetine razı ol! Verdiği nimetler için Allah’a şükret! Fazlasına göz dikip de kendini helak etme! Her şeyde bir hayır vardır sakın unutma!”

Adam bu sözlerden hiçbir şey anlamadı. Zaten nasihatten de hoşlanmazdı.

Söylene söylene dışarıya çıkarken:

“Ben bu işte hayır falan göremiyorum” dedi. “Beni resmen kandırdınız, üstelik de bir çocuğu kandırır gibi.”

Adamın asabı bozulduğundan, elleri zangır zangır titriyordu. Zaten kalbi zayıftı, ikide bir tekleyip duruyordu. Üstelik de bel ağrıları vardı, sırtına bir sülük gibi yapışıp kalan, merdiven çıkmasını zorlaştıran.

Kendisini kötü hissettiğinde, hemen bir kenara çöküp ihtiyarın verdiği zarfı açtı.

Bir düzine vesikalık fotoğraf vardı orda, otuzlu yaşlarda bir gence ait.

Adam resimleri dikkatle inceledi. Fotoğraftaki kişi, sarışın ve güler yüzlü biriydi. Saçları kıvırcıktı, gözleri de zümrüt gibi yemyeşil.

Belini doğrultmaya çalışırken:

“Ya Rabbi!” dedi. “Keşke bu genç adama benzeseydim. Onun gibi hem genç, hem yakışıklı…”

Adam bu sözleri laf olsun diye söylese de, günlerden cumaydı o gün, salâ okunmaktaydı. Bir de ‘icabet saati’ yaşanıyordu, duaların kabul edildiği mübarek saat…

Dükkândan uzaklaşarak yola koyulduğunda, karşıdaki kaldırımda bir çöp bidonu gördü. Ve elindeki zarfı ona atmak üzere iken, çöplerin üstünde duran bir aynayı fark etti. Belli ki sert bir darbeyle parçalanan bir ayna…

Adam o parçalardan birine bakınca, hayretinden neredeyse bayılacaktı. Aynadaki görüntüde genç biri vardı, ne yaparsa yapsın aynı şeyleri tekrarlayan. Otuz-otuz beş yaşında, sarı saçlı, yeşil gözlü birisi…

Adam, hayal gördüğünü zannetti önce. Tekrar tekrar baktı kırık aynaya, daha sonra zarftaki fotoğrafa…

Fotoğraftaki kişi, aynadaki kişiden başkası değildi. Aynadaki kişi de oydu tabi, yani kendisi...

Adam aynanın başında saatlerce bekledi, gördükleri belki rüyadır diye ama hiçbir şey değişmedi. Yakınlardan geçen çocukları çağırıp, saç ve gözlerinin rengini sordu. “Saçlarınız sarı” dedi konuştuğu çocuklar. “Gözleriniz de yemyeşil. Neden sordunuz?”

Adam sakinleşince, ince ince hesaplar yapmaya başladı. Otuz lira verip otuz yaş gençleşmesi, ya biraz önce yaptığı duanın kabulüyle, ya da elindeki fotoğraflarla ilgiliydi. Bu durumu eğer çözebilirse, biraz daha gençleşmesi işten bile değildi. Fakat en güzel çözüm, işi garantiye alıp, iki şeyi birden aynı anda yapmaktı.

Formül belliydi yani:

İcabet saati sona ermeden önce, ihtiyarın dükkânına tekrar giderek yirmi yaşında birinin fotoğrafını ister, üstüne de çok sıkı bir dua edince, delikanlı biri olup çıkardı. Bu durumda ne kalp çarpıntısı kalırdı, ne de onu iki büklüm eden bel ağrıları…

Adam, gençliğine kavuşmak ümidiyle, koşar adımlarla dükkâna girip:

“Vesikalık fotoğraf istiyorum” dedi. “On beş, yirmi yaşlarında birinin olsun.”

İhtiyar adam, son hâliyle onu tanıyamadı.

Biraz önce açtığı dolabı gösterip:

“Tamam!” dedi umursamaz bir ifadeyle. “Burada çok resim var, gel de kendin seç. Ama ne yaparsan yap kısmetine razı ol! Daha fazla isteyip de kendini helak etme!”

Adam resimleri tek tek elden geçirip, yirmi yaşlarında birini seçti. Ve otuz lira daha verip oradan uzaklaştı, önündeki merdivene ait basamakları, adeta uçarcasına üçer beşer çıkarak. Bu arada dua da etti tabi. Fotoğrafını tuttuğu yirmi yaşındaki gence benzemek için, üstelik her yönüyle…

Karşıdaki kırık ayna yerinde duruyordu. Son hâlini görmek için ona doğru koşarken, sokaktan geçenler bir fren sesi duydu. Dükkândaki ihtiyar da fark etti bunu, kendisini yıllar öncesine götüren sesi.

Gözleri dalıp giderken:   

“Bu sesi çok eskiden de duymuştum” dedi. “Fotoğrafçılık yaptığım yıllarda, yirmi yaşında bir genç, dükkândan çıktıktan sonra bir kaza geçirmişti. Allah rahmet eylesin, ne kadar da güler yüzlü biriydi.”