Son yıllarda bilhassa 11 Eylül’den sonra Batı’da İslam’a ve Müslümanlara karşı “İslamofobik” hareketler ciddi manada tırmanışa geçti. Eylül 2005’te Danimarka’da yaşanan “karikatür krizi”; İsviçre’de minarelerin, Fransa’da peçenin yasaklanması ve kendisini “Tapınak Şövalyeci” bir İslam düşmanı olarak niteleyen A. Behring Breivik’in Temmuz 2011’de Norveç’in başkenti Oslo’da 77 kişiyi katletmesi bunun en bariz göstergelerinden oldu.
Geçtiğimiz ay Amerika’da hazırlanan İslam’a, Peygamber Efendimize (sav) ve dolayısıyla Müslümanlara hakaret içeren film, bu dalganın son çirkin örneği olarak kayıtlara geçti.
Ne yazık ki bilhassa ABD’de İslam’ı ve Müslümanları bir tehdit ve “terörist” olarak gören; bilinçaltını, fikrî kodlarını, dini-tarihi referanslarını kadim dönemlerdeki Haçlı zihniyetine dayandıran Tapınakçılar, Evanjelistler ve onlarla müşterek hareket eden Siyonist Yahudi çevreler güç ve etkinliklerini hâlâ koruyorlar. Bu iğrenç film gibi daha birçok yazılı-görsel yayının, İslam/Müslümanlar aleyhindeki kampanyaların başını da genellikle bu “radikal dinci” gruplar ve onların finanse ettiği kişi, kesim ve kuruluşlar çekiyor.
Bu anlamda Amerika’da, Center For American Progress (CAP) adlı düşünce kuruluşunun, 11 Eylül saldırılarının 10. yıldönümü vesilesiyle saygın araştırmacılara hazırlattığı “Korku Şirketi: Amerika’daki İslamofobi Ağının Kaynakları” başlıklı raporda, bahis konusu gruplara ait vakıfların, İslam düşmanlığını körükleyen yayın organlarına son 10 yılda toplam 42,6 milyon dolar kaynak aktardığını belgelerle ispatlaması kayda değer bir bilgidir.
Konunun güncel boyutuyla ilgili yazıya giriş mahiyetine aktaracaklarım genel anlamda bundan ibaret.
Burada esas değinmek istediğim nokta, konunun yakın tarihimizde nasıl tezahür ettiği, yaşanmış örnek olaylar olup olmadığı ve bunlara karşı nasıl mücadele edildiğidir. Daha açık bir ifadeyle Sultan II. Abdülhamid devrinde, Batı’da ve tabii ki Amerika’da zuhur eden bugünkü çirkin saldırılara benzeyen karalama kampanyalarına karşı ecdat nasıl karşılık verdi ve nasıl etkisiz hale getirdi?
Halife Sultan II. Abdülhamid Han
Abdülhamid Han’ın elindeki kozlar
Sözünü ettiğimiz dönemde İslâm’a, Peygamber Efendimize (sav) ve diğer mukaddesata karşı Batı’da patlak veren saldırı ve iftira kampanyalarına karşı Sultan Abdülhamid, “dinin izzetini” korumak için adeta heykelleşmiştir.
Abdülhamid Han, bunlara karşı büyük bir duyarlılık ve kararlılıkla, özellikle diplomasi yoluyla mücadele etmiştir. Diplomasinin bütün enstrümanlarını kullanarak aktif ve caydırıcı bir mücadele yöntemi izlemiştir. Avrupalı devletlerin Osmanlı topraklarından (petrol, demiryolu, ticari imtiyaz vs.) kaynaklanan rekabet ve anlaşmazlıklarını “denge politikası” çerçevesinde onlara karşı kullanması ve bu alanda ürettiği caydırıcı politikalar, onun en büyük kozlarındandı.
Sultan Abdülhamid’in batılı emperyalist güçlere karşı elini güçlendiren ve söz konusu saldırılar karşısında gerektiğinde onları dize getiren en mühim kozlarından biri de Hilafet Kurumu ve Hilafet sıfatıydı. İslam Birliği siyaseti çerçevesinde bu kurumun ve sıfatın itibar ve kudretini artırmak için olağanüstü bir gayret gösterdi. Osmanlı Devleti’nin, çoğu Batılı sömürgeci güçlerin esaret ve zulmü altında bulunan Müslümanlarla irtibatını güçlendirmek için önemli hizmetlere imza attı.
İşte Batı’da İslâmiyet/Peygamberimiz (sav) hakkında eser kaleme alan yazarlara ve onların tiyatrolarda sahnelenen piyeslerine karşı etkili bir mücadele verirken de bunlara dayandı ve istediği sonuçları elde etti. Vereceğimiz şu üç misal, Abdülhamid’in verdiği mücadelenin en çarpıcı örneklerindendir:
Üstte Bornier'in piyesinin yasaklandığını Sultan Abdülhamid'e bildiren 22 Mart 1890 tarihli belgenin aslı ve Latince metni (Tarih ve Düşünce, sayı 64)
Fransız Bornier’in dramı nasıl durduruldu?
Abdülhamid Han’ın saltanatı döneminde Avrupa’da ilk müdahale edilen ve oynatılması engellenen piyes, Fransız yazar Volter’e ait olan “Muhammed yahut Taassub” isimli piyesti. Peygamber Efendimizi (sav) hakaret içeren bu iğrenç piyesin sahnelenmesi, elçiliklerimiz ve diplomatik baskılarımız neticesinde Halifelik kurumunun manevî ve siyasî nüfuzu devreye sokularak Paris ve Londra’da engellenmişti.
Volter ve meşum piyesinden sonra bu defa sahneye Fransız yazar Vickonte Marki de Bornier çıkacaktı. Bornier, “Muhammed” isimli 1800 mısralık manzum bir dram kaleme almıştı. Dram, Peygamberimizi (sav) sahnede gösterdiği gibi, O’nu ve İslâm Dini’ni aşağılıyordu.
Bornier dramını, 1888-1890 arasında önce Fransa’da sonra İngiltere’de oynatmak için girişimlerden bulunmuş; ancak “Halife-i Müslimin” sıfatıyla Sultan Abdülhamid’in mahir diplomatik atakları karşısında yenik düşmüştü.
Lâkin, Bornier henüz teslim bayrağını çekmemişti. Avrupa’da sahneye koyamadığı menfur oyunu, İngiliz organizatör Halkin kanalıyla Amerika’nın New York ve Chicago şehirlerinde oynatmak için 1892’de tekrar atağa geçecekti.
Abdülhamid Han bu defa da Amerikan diplomasisini ve medya çevrelerini yakın takibe aldırarak Bornier ve ekibine göz açtırmamıştı. Bu hususta bilhassa Washington Büyükelçisi Mavroyani kanalıyla etkili bir mücadele vermişti. Nihayet 1892 yılı sonlarında Bornier’in dördüncü kez piyesini sahnelemesi engellenmişti.
Chicago’daki fuara müdahale
Abdülhamid Han’ın önemli bir müdahalesi de Amerika’nın Kristof Kolomb tarafından keşfinin 400. yıldönümü münasebetiyle ABD’nin Chicago şehrinde düzenlenen fuara olmuştu. Fuarın, Osmanlı’ya ayrılan bölümünde bir “Türk Köyü” kurulmuştu. Burada, cami inşasının yanı sıra, çeşitli el sanatlarının, bina ve gemi maketlerinin teşhir edildiği bir pavyon açılmıştı.
Fuarı gezen Washington’daki Osmanlı Büyükelçisi Mavroyani Bey, gördüğü aksaklıkları payitaht İstanbul’a bildirmiş, arkasından ABD Dışişleri Bakanı’na bir de nota göndermişti. Notasında, İslâm’ın mukaddes unsurlarından olan caminin ücret karşılığında teşhir malzemesi olarak sunulmasının kabul edilemeyeceğini bildirerek şu uyarıda bulunmuştu: “Anayasa gereği, Amerika’da bütün dinlere saygı gösterildiğinden, bu duruma izin verilmeyeceğine inancım tamdır. Binaenaleyh, Müslüman olmayan bazı şahısların, dost bir ülkenin dinî duygularını asla dikkate almayarak, yalnız kendi menfaatleri için bir cami-i şerif yapmalarının önlenmesi için notanın Chicago’daki mahallî idarecilere tebliğini rica ederim.” Sonuçta, ABD Dışişleri Bakanlığı olaya el koyacak ve meseleyi Osmanlı makamlarının talep ettiği istikamette çözme yoluna gidecekti.
New York’da gösteri amaçlı ayine geçit verilmedi!
Chicago’daki hadise henüz kapanmadan bu sefer New York’da, yine dinî hassasiyeti aşağılan bir gelişme daha ortaya çıkacaktı: Mısır’da ticaretle meşgul olan üç şahıs, birkaçı derviş ve çoğunluğu ayak takımından yaklaşık 30 kişilik bir grupla sözleşme yaparak, ücret mukabilinde New York’a götürmüştü. Yapacakları iş, Amerikalılara para karşılığı derviş ayinleri yapmaktı.
Durumdan haberdar olan Büyükelçi Mavroyani Bey, ABD Hükümeti’ni protesto etti ve bir nota daha gönderdi. İslamî bir zikrin, sokak gösterisi şeklinde sunulmasına müsaade edilemeyeceğini bildiren notada şu uyarılara yer vermişti: “Kendilerine, İslâm Dervişi adını veren bazı şahıslar, New York beldesinde seyircilerin huzurunda bazı ayinler icra etmektedirler. Bu gibi ayinlerin, Müslüman olmayan New York halkı huzurunda icrasına her din ve mezhep gibi İslâm Dini de müsaade etmez. New York halkına küçük bir menfaati bile dokunmayan ve Müslümanlara hakaret kabul edilecek bu tür faaliyetlerin yasaklanması için New York’taki mahallî yöneticilere ihtar lâzım geldiği kanaatindeyim.”
Mavroyani Bey, ABD yönetiminin cevap vermesini beklemeden meseleyi kendi başına çözecek ve yol masraflarını cebinden karşılamak suretiyle bu grubun Osmanlı ülkesine geri gönderilmesini sağlayacaktı. Konuyla ilgili geniş bilgiyi Nesil Yayınlarından çıkan “Son İmparator: Abdülhamid Han’ın Gizemli Dünyası” kitabımızda bulabilirsiniz.
Ve cevap bekleyen sorular
Son olarak günümüz Müslümanlarının her zamankinden daha fazla şu sorulara kafa yorup, cevap ve çözüm üretmeleri gerektiğine inanıyorum:
Söz konusu çirkin film ve Avrupa’daki diğer saldırılara karşı İslam’ın ve Müslümanların izzet, itibar, hak, hukuk ve masumiyetini korumak için Halifelik gibi birleştirici ve etkin bir dini otoriteye ihtiyaç yok mudur?
Kimi çevrelerin hâlâ alerji duyduğu, o beğenmedikleri Abdülhamid kadar cihanşümul (evrensel) bir lidere; Osmanlı gibi saygın, caydırıcı ve belirleyici bir küresel devlete, yani güçlü bir Türkiye’ye ihtiyaç yok mudur?
Bütün bunlar olsaydı, bu çirkin saldırılar kolayca olur muydu? Organizatörler bu cüreti kendilerinde bulabilirler miydi? İslamiyet ve Müslümanlar bu kadar sahipsiz ve savunmasız kalabilir miydi?