TR EN

Dil Seçin

Ara

Kullar ve Firavunlar

Kullar ve Firavunlar

Her insan, gözünden güneşe, ciğerinden havaya, ayaklarından yer küresine kadar hadsiz eşyaya muhtaç olarak yaratılmış ve bunların hiçbirini de yapacak güçte değil. Onun için, güçsüzlüğüne imdat edecek bir dayanma noktası (nokta-i istinat) ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir yardım mercii (nokta-i istimdat) aramak mecburiyetindedir. İşte insanın bu temel özellikleri her vicdanı Allah’a teveccüh ettirir.

 

Her insan, gözünden güneşe, ciğerinden havaya, ayaklarından yer küresine kadar hadsiz eşyaya muhtaç olarak yaratılmış ve bunların hiçbirini de yapacak güçte değil. Onun için, güçsüzlüğüne imdat edecek bir dayanma noktası (nokta-i istinat) ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir yardım mercii (nokta-i istimdat) aramak mecburiyetindedir. İşte insanın bu temel özellikleri her vicdanı Allah’a teveccüh ettirir. 

“Her vicdanda şu nokta-i istinat ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in bârigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.” (Sözler)

Her vicdanın kabul ettiği bir dizi hakikat var. Bunlardan birkaçını sıralayalım:

- Bu âlem beni bilmez ve tanımaz.

- Ben her şeye muhtaç olarak yaratılmışım ve her şey benim imdadıma koşuyor. Yine, ben sonsuz acizim, ama her şey bana yardım ediyor.

- Bu varlık âleminde her mahlûka birtakım görevler yüklenmiş, onun dışında bir şey bilmezler ve yapamazlar.

- Beni annem ve babam yapmış değiller. Onlar da benim gibi yapılmış ve yaratılmışlar.

- Organlarım en ince teferruatına, ruh dünyam yine en ince hissiyatına kadar benim bilgim ve iradem dışında tanzim edilmiş.

- Bu varlık âleminde hiçbir şey görevsiz değil, faydasız değil, manasız değil. Ben de bu kaidenin dışında olamam.

- Bu âlemde, kimse kendi görevini kendisi tayin etmiş değil, öyle ise ben de Rabbime karşı neler yapmam gerektiğine, Ona nasıl ibadet edeceğime, nimetlerine nasıl şükredeceğime kendim karar veremem.

İşte her vicdanın kabul edeceği bu gibi gerçekler insana şu hakikatleri haykırarak ders verirler:

- Sen Allah’ın kulusun.

- Sen Rabbü’l-âlemin’in terbiyesinden geçmiş bir varlıksın.

- Sen yaratıcını tanımak ve Onun razı olacağı bir ömür geçirmek mecburiyetindesin.

- Ve senin yaratılış hamuruna “Cemale karşı muhabbet, kemale karşı meftuniyet, ihsana karşı perestiş” konulmuş. Sen bu fıtrata zıt düşemezsin.

- Âlemde her şey güzel ve sen bu güzellikler âleminin en güzel meyvesisin. Kendini sevdiğin gibi, sana hizmet eden varlıkları da seversin. Bu sevdiklerine bu güzellikleri vereni sevmek, senin insanlığının en önemli bir gereğidir.

- Yine sen, her mükemmel eseri sever takdir edersin. Lambayı yapanı sevip güneşi yaratandan gaflet etmek sana yakışmaz. Taştan heykeller yapanları alkışlayıp da, bir damla sudan seni yaratan kudret ve hikmet sahibini görmezlikten, bilmezlikten gelemezsin.

- Ve sen, en küçük bir iyiliğe karşı teşekkür etmeyi vicdanî bir borç bilirsin. Sana bir çift ayakkabı hediye edene yüz teşekkür edip, ayaklarını yaratana şükretmemen bilmem nasıl olur? Gözlükçüye teşekkür ettiğin halde gözünü yapana karşı nasıl lâkayt kalabilirsin?

Ya aklın, ya hafızan, ya bütün bunları taşıyan ruhun ve kalbin.. şükre değmeyen basit şeyler mi?

Bunun böyle olmadığını ve olamayacağını hem aklın, hem de kalbin ve vicdanın tasdik ederler. Öyle ise sen kendi aklına ters düşemez, kendi vicdanının sesine kulak tıkayamazsın.

İşte bütün bu gerçekleri bilen, bilmekten de öte hayatına mal eden insan, kulluğun sırrına erer ve kul olma şerefini taşır ve bütün ömrünü bu şuurla geçirir.

Bunların zıddını iddia etmek ancak firavunlukla izah edilebilir. Nil nehrinin sahibi olduğunu iddia eden Firavun bile denizlere, okyanuslara, ormanlara, yıldızlara sahip olduğunu iddia edememiştir. Öyle ise bunları sahipsiz sanmak, yahut tabiatın eseri bilmek, tesadüfen olmuş addetmek çok daha ileri bir firavunluk örneğidir.

Bütün bâtıl düşünceler, aslında şu noktalarda birleşirler:

“İnsan kendine maliktir, bir başkasının eseri değildir. İnsan hür ve sorumsuz bir varlıktır; kul değildir; emir altında hareket etmesi gerekmez. İnsan kendi keyfince ve dilediği gibi bir hayat sürebilir.”

Bu ve benzeri bütün isyan ve küfürler Firavun’un şahsında temsil edilmiş ve müminler bu gibi kötü sıfatlardan uzak kalmaya teşvik edilmişlerdir.

Hâlbuki insan, Cenâb-ı Hakk’ın bu kâinata koyduğu bütün kanunlara hassasiyetle uyar:

“Ben hür değil miyim? Havasız yaşamak istiyorum” diyemez.

“Neden yere bağlı kalayım? Göklerde gezmek istiyorum” diyemez.

“Daima genç kalmak istiyorum, ihtiyarlamayacağım” diyemez.

Ve nihayet, “Ben bu âlemi çok sevdim, buradan gitmek istemiyorum,” da diyemez.

Her organını yaratılış gayesinde kullanmakta azami hassasiyet gösterir; gözüyle koku almaya, kulağıyla görmeye kalkışmaz. Bu noktalarda hürriyetten söz ettiği olmaz.

Kısacası, kâinattaki kanunlara harfiyen uyan, bedenindeki nizama eksiksiz tebaiyet eden bu insan, kendini ve kâinatı yaratan Allah’ın emirlerine uyup uymama konusunda kendisini nasıl hür ve serbest bilebilir!?.

Bu haliyle Firavun’a özenirken onun akıbetini hiç mi düşünmez!?.