Anne çok mu yorgunsun?”
“Evet canım. İş yorgunluğunun üstüne tuz biber oldu şu dönüş trafiği. Biraz dinlenip kendime gelmem lazım.”
“Anne… Beni seviyor musun?”
“O nasıl söz öyle yavrucuğum. Bütün anneler çocuklarını çok sever.”
“Bana sarılsana.”
“Gel bakalım yumurcak seni.”
Küçük çocuk annesinin boynuna sarılırken “Zezé haklı” diyordu içinden. Hani şu sıralar okuduğu Şeker Portakalı adlı romanın kahramanı yaramaz Zezé. Gerçekten de fabrika dedikleri yer aslında “Her gün insanları yutan, akşam olunca da çok yorulmuş insanlar kusan bir canavardı.”
…
Aile bireylerinin koşturma içinde birbirine nitelikli zaman ayırmada zorlandığı günümüzde, kim bilir kaç anne çocuk arasında bu tür diyaloglar yaşanıyor. Oysa, hayat ırmağının normal hızında ve bereketle aktığı zaman dilimlerinde bu tür sorular sormak çocukların aklına dahi gelmezdi. Onca meşguliyeti içinde annelerinin onları sevip sevmediğini sorup öğrenmek gereği bile duymazlardı. Çünkü bundan emindiler zaten. Sözle dile getirilmeyen, kulakla işitilmeyen o güzel mesaj daha çok lisan-ı hal ile verilip alınırdı. Birbirine bağlanıp yaşamak, hayata tutunmak ve aile olmak, zaten sevginin en güzel tezahürü değil miydi?
Şimdilerde maddi açıdan düşündüğümüzde bolluk günlerindeyiz belki, ama bir şeylerin eksik kaldığı muhakkak. Bir tarafı inşa etmeye çalışırken, diğer tarafta yıkımlar yaşıyoruz çoğu kez. Ağır ateşte pişirilen Türk kahvesinin karşılıklı oturulup sohbet eşliğinde yudumlanması, “fazla zaman alıyor” gerekçesiyle pek tercih edilmiyor artık. Onun yerini, kaynatılmış su içine birkaç kaşık toz katmakla elde edilen hazır kahve aldı. Hem de üçü bir arada. Böylece vakit kazanmış olduk. Peki, kazanılan vaktin bereketsizliği üzerine sürüp giden tartışma neyin nesi o zaman?
Anne babalar kendi çocukluklarında sahip olmadıklarını çocuklarına sunma telaşıyla çalışıp duruyorlar. Çok para kazanmaları lazım. Ama bu çalışma didinme içinde, çocuk, anne babayı görmüyor bile. Hepsinin kalbinde kocaman bir anne baba özlemi çörekleniyor.
Teknolojik aletler hayatı kolaylaştırdı deniyor.
Yoksa karmaşıklaştırdı mı?
Yoksa, insan ilişkilerini zayıflattı mı?
Yoksa, anne-babanın çocukları yerine koyduğu yeni oyuncakları mı oldu teknoloji âletleri? Bu sorunun cevabını vermek için babaların ellerinden eksik etmediği kumanda aletlerini hatırlamak yeterli.
Gerçi, elektrikli ekmek kızartma makineleri ile çok kısa zamanda kızaran ekmek dilimlerini havada kapma eğlenceli olabilir. Ancak okul dönüşü annenin evde olmadığı bir zamanda öğle yemeğini bu şekilde geçiştirmek zorunda kalan çocuk için bu keyfi tek başına yaşamak ne kadar lezzet verebilir? Evde televizyon, cep telefonu, bilgisayar, internet gibi her türlü iletişim aracını hazır bulan çocuk, iç dünyasında olup bitenleri her zaman meşgul görüntüsü veren anne veya babasıyla paylaşamıyorsa, iletişim çağında yaşıyor olmak onun için ne ifade eder ki?
İletişim çağındayız ve iletişim sorunları yaşıyoruz. Durum, bu kadar vahim.
…
“İletişim sorunları” dedik ya, şimdi yine bazı anne babaların hemen aklına, “Bir psikoloğa görünsek mi acaba?” sorusu geçiyordur. Çünkü sorun ve çözüm arayışı, her zaman dışarıda zannediliyor. Böyle kurgulanmışız. Sorunun ve de çözümün içeride, daha önemlisi bizde olabileceğini neden ihtimallerin arasından bu kadar kolaylıkla çıkarabiliyoruz? Hayret doğrusu.
Hayatta başarı ve mutluluğu yakalamak isteyenlere rehberlik eden yaşam koçları, dershanelerden sonra hayatımıza dahil olan etüt salonları, sorunlarına tek başına çözüm üretemeyenlere hizmet veren özel danışma merkezleri gibi pek çok kurum ve kişilere neden ihtiyaç duyar hale geldik? Gerçekten onlara sandığımız kadar ihtiyacımız olduğu doğru mu?
Hafta içi yoğunluklar nedeniyle bir sofra başında toplanamayan aile bireyleri özel addettiği Pazar sabahı kahvaltısını ne diye yine dışarıda bir yerlerde ücretini ödeyerek yapmak ister?
Paraya, harcamaya ve tüketmeye endeksli bir hayat, bize “mutlu hayat” olarak gözüküyor. Böyle olunca, para kazanma ve harcanılan para miktarı da mutluluğun mihenk taşına dönüşüyor. Geçen ay tatildeydik, mavi tura çıktık, yeni çıkan elbiselerden iki takım aldım, sen ne yaptın? İşte, ne kadar mutlu olduğumuzu böyle anlıyoruz. Mutluluğumuzun ölçüsü, başkalarıyla kendimizi kıyas etmekle ortaya çıkıyor. Kendi kendimize mutlu olamıyoruz. Neredeyse, başkaları mutsuzsa mutlu olacağız.
Bu para kazanma ve harcama telaşı, giderek şikâyet dozunu yükselttiğimiz o mutsuzluk ve huzursuzluk hali, birbirimize uzak düşmüşlüğümüz nedeniyle üşüyen ruhumuzun sessiz çığlıkları aslında. O da bir kurtuluş kapısı arıyor. Ama yanlış yerde. Çünkü mutluluk, sıcak bir yuvadadır, sizin için endişe eden başka kalplerin var olmasındadır. Bunu en iyi, herhalde, evlerinde yalnız başına yaşayanlar bilir. Nasıl da dört duvar, insanın üzerine üzerine gelir ikinci bir insan sıcağının olmadığı evde? Nasıl da insanın içini acıtır anahtarla açmak sokak kapısını? Eğer bir kalp yoksa evin içinde bizi seven ve bizim için endişe eden, mutluluğumuzu ve üzüntümüzü paylaştığımız; o zaman evlerimizin mağazaların teşhir salonlarından ne farkı kalır söyler misiniz?
…
Şeker Portakalı’nda Zezé’nin dediği gibi, “Fabrikalar, her gün insan yutan, akşam olunca da çok yorulmuş insanlar kusan dev bir canavar.” Şimdi fabrikalara ofisler de eklendi, babaların yanına da anneler.
Aileyi merkeze alan zihniyet yapısı ters düşse de modern dünyanın düşünce kalıplarına, boğuşmakta olduğumuz sorunlar aslında “aileye dönüş” çağrısı yapıyorlar dört bir yanımızdan. Hız ve haz merkezli mevcut hayat tarzı hepimizi bir kâr değirmeninin altında ekmek parası uğruna un ufak etmekte. Bir yerlerde yanlış yapmaktayız galiba. Artık ekmek parası çok azımıza yetiyor. Hepimiz “pasta parası” peşindeyiz. Kirada oturan ev sahibi olmak, ev sahibi olan araba sahibi olmak, araba sahibi olan yazlık sahibi olmak, yazlık sahibi olan yat sahibi olmak istiyor. Kimse mevcut halinden mutlu olamıyor. Hep daha çok, hep daha çok! Bu arzu içimizde o kadar büyüdü ki, artık tüm aile üyeleri kendilerini bir şekilde ev dışına atmak telaşında. Buna rağmen kime sorsanız, yine işinden, kazancından memnun değil…
Bunu nasıl açıklayacağız peki?
Bunun bir açıklaması var aslında. Yaşadığımız çağda annelik misyonunun ihmali veya kadın için öncelikler sıralamasında arkaya atılabilen bir hususmuş gibi algılanması söz konusu. Bu da aileye ait birtakım sorumlulukların profesyonellere devredilmesi sonucunu getirdi. Bir yandan para kazanılıyor diğer yandan ailenin tüketim kalemlerinin artıyor. Kreş veya bakıcı parası, hazır gıdalara zorunlu yönelim, ulaşım masrafları derken hayat bir harcamalar dizgesi haline gelmekte. Çalışıyor olmanın karşılığını, daha fazla tüketerek almak istiyoruz çünkü. Eski model cep telefonu, bu çalışmamızın karşılığı değil. Yeni model bir cep telefonu almamız lazım. Yoksa ne diye çalışıyoruz, öyle değil mi?
…
Hasılı, ailemizde denk bütçe yapamadığımız gibi, geleneksel ailelerin çocuklarına verebildiklerinin çok azını verir durumdayız. Parayla çok şeyi halledebileceğimizi düşünüyoruz, ama olmuyor. Aileyi ihmalin faturası, kazandıklarımızın çok üstüne çıkıyor. Günümüzde çocuklarda daha sık görülmeye başlanan davranış ve uyum bozuklukları ya da aile bütünlüğünün kolayca çözülebilen yapılar haline gelmesi bize önemli şeyler anlatıyor aslında.
Burada söz konusu olan sadece dışarıda çalışan hanımlar değil. Anneliği, çocuğu dünyaya getirip karnını doyurma ve üstünü başını giydirmekten ibaret görmek de çok eksik ve hatalı bir yaklaşım. Tüm gün evde olduğu halde kendini yetiştirme ve daha nitelikli insan olma yolunda çaba göstermeyen, hızla değişen şartlarda çocuklarıma ve aileme nasıl daha faydalı olabilirim gibi bir dert ile dertlenmeyen hanımlar da bu süreçte pay sahibi. Ailenin profesyonel ilişkilerle değil sevgi ve şefkatle yürüyen ilahi temelli bir kurum olduğuna dair bir zihniyet yapılanması gerekiyor öncelikle. Bu noktada bireysel çabaların yanı sıra ilgili devlet politikaları da önem kazanıyor. Evet, kadın ve aile üzerine yeniden düşünmek zamanı şimdi. Sorunların temeli de çözüm imkânları da orada yatıyor çünkü.