TR EN

Dil Seçin

Ara

Gençler Soruyor: Freud İle İlgili Bir Soru

Doktor Şifa

Merhaba, ben üniversitede psikoloji bölümü son sınıf öğrencisiyim.

Size Freud hakkında bir soru sormak istiyorum. Freud, birey ‘id’in isteklerini doyurmazsa da kişilik bozukluğu olur, aşırı şekilde doyurursa da kişilik bozukluğu olur demiş.

Dine göre de, bildiğim kadarıyla, insanın arzu ve eğilimleri, ne tamamen görmezden gelinir ne de aşırı bir şekilde doyurulmasına hoş bakılır. Acaba burada Freud ile din arasında bir uyuşma yok mu? 

 

 

Cevap:

FREUD ve DİN BİRBİRLERİYLE UYUŞMAZ

Eğer Freud’un kendisi “Freud ile din arasında bir uyuşma vardır” cümlesini duysaydı, büyük bir ihtimalle ya teorisinden geri adım atar, yahut benzerlik olduğu iddia edilen yerleri değiştirirdi. Neden mi? Çünkü Freud’un dinler hakkında ne düşündüğü sır değil. Freud, dinlerin insanların korkusundan yahut açıklayamadığı bazı doğa olaylarını izah etmek adına ortaya çıktığını düşünüyordu. Yani, Freud’a göre dinlerin ilâhî bir boyutu yoktu. Dolayısıyla Freud’un söylemeyeceği bir şeyi bizim söylememiz, kraldan fazla kralcılık olmaz mı, ne dersin?

Bu kaydı düştükten sonra, yine de bahsettiğin noktada bir benzerlik varmış gibi görünüyor. Freud’un “id” dediği, dinî literatürde ise “nefis” denen şey sanki benzer ilkelere göre çalışıyorlar. Her ikisi de haz-elem ilkesine göre hareket ediyor. Hoşuna giden şeylere meylediyor, hoşuna gitmeyen şeylerden uzaklaşıyor (“Yemek buldun ye, dayak buldun kaç!” ilkesi).

Gelgelelim, durum gerçekte çok farklı. Çünkü Freud’un id kavramına çizdiği çerçeve ile dinde nefis kavramına çizilen çerçeve arasında dağlar kadar fark var.

 

Freud'a göre id, insanın ruhî yapısında niye orada olduğu belli olmayan kör bir kuvvettir. Hep canının rahatını düşünür.

Oysa dinî bilgiye göre nefis, belli bir işlevle insan ruhunda yerini almıştır. Nefis sayesinde biz, “Şurası benim, şundan sonra Rabbimin” diye bir ölçü oluşturabiliriz zihnimizde. Başka bir ifadeyle, nefis, insanın kendisini merkeze alarak önce kendisini sonra çevresini, sonra da Rabbini anlamasına imkân verir. Nefis sayesinde biz meleklerin yapamadığını yapar, kendi mahiyetimizi kavrar ve o kavrayışla Rabbimize dost olacak bir seviyeye yükseliriz. İşte nefsin insan ruhunda bulunuş sebebi dinî açıdan budur.

Freud’a gelince onun “id” dediğinin böylesi anlamları yoktur. Çünkü Freud, daha baştan Rab-kul ilişkisini reddeder. O yüzden, Freud’un kuramında id, insanı, adi ve bayağı zevklere müptela gösteren kör bir ruhî kuvvetten fazlası değildir.

Nitekim, Freud’un kuramında insanın ancak hayvandan birkaç derece yukarıda bir mahluk olarak tanımlanmasının sebebi budur. Belki çoğu insanın gözünden kaçıyor ama, Freud’un önderliğinde modern bilim, insanın şerefini küçültmüş, onu bayağı bir yaratık (hayvan) seviyesine düşürmüştür.

 

Burada esas problemin eskilerin nazar dediği “bakış”ta olduğunu da söylemek lâzım. Nasıl ki bir makine parçası, makine bütününden ayrı alınıp incelenirse, sanki hiçbir işe yaramaz bir şey gibi görünür ve değeri binden bire iner. Aynı şekilde, Freud insan ruhuna, onu yaratan Rabbinden bağımsız baktığı için saçma sapan bir “id” tanımına mecbur olmuştur.

Eğer Freud insan ruhunun, Rabbi ile ilişkisini görebilseydi, sadece kendi menfaatini düşünen kör bir ruhi kuvveti (id) insanın en derininde bulunan “asıl öz” olarak tanımlamak zorunda kalmazdı.

Nitekim bu id tanımı nedeniyle, Freud kuramında tutarlı bir “ahlak kavramı” da oluşturamamıştır. İdin bayağı zevklerinin karşısına sadece süperegoyu, yani toplum otoritesini koyabilmiştir. Oysa toplum otoritesi (dış otorite), insanın iç dünyasında gerçek bir ahlakın yeşermesini sağlayacak güce sahip değildir. Batı toplumlarında, “Gizli kalan suç, suç değildir” anlayışının zemin tutmuş olması bunu izah etmeye yeter. Ve bu fikir, Batı toplumlarında gizli suçların (seri katiller, cinayet, fuhuş vs.) artışına da yol açmıştır.