TR EN

Dil Seçin

Ara

İnsanın Uzayla İmtihanı

İkinci Dünya Savaşı’ndan beri tam 60 yıldır uzayla ilgili haberler, kitle iletişim araçlarında ve sinema sektöründe önemli bir yer tutuyor.

Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin ay yolculuğu, bu alanda bir miladı oluşturuyor.

Neil Amstrong’un aya ilk adım attığında “Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım.” demesinden bu yana, insanlar arasında uzayın derinliklerinde neler olup bittiği merakı, hiç hız kesmeden aynı şiddette devam etmekte.

Uzaya olan bu talep, insanın uzayla olan imtihanı aynı zamanda.

Uzaya ve içindekilere yüklenen anlamlar, uzaydan beklenenler, uzaya dair hedefler ve amaçlar, söz konusu imtihanın muhteviyatını oluşturuyor.

Kabaca bakıldığında, insanın uzaya olan ilgisinin birkaç ana tema etrafında dönüp durduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bunlardan biri, insanın kendisini tanımlama ihtiyacı.

Hakikaten, insan dünya üzerinden değil de, uzayın derinliklerinden gelen şuurlu bir varlık tarafından tanımlanmaya ve kim olduğunun kendisine izah edilmesine yönelik içgüdüsel bir eğilim taşıyor. Bu eğilim, felsefi düzlemde pek de yanlış sayılmaz aslında. Çünkü, tanım, tanımı itibariyle, dıştan içe doğru veya “ötekisinin” bizi gözlemleyerek yaptığı bir şeydir.

Bu içgüdüsel eğilim veya ihtiyaç, öte yandan, insanın çaresizliğinden de ileri geliyor. Uçsuz bucaksız şu koca evrende bir tek dünya ile sınırlanmak, insanlarda evrenin kalan kısmıyla öyle ya da böyle bir münasebet kurma ihtiyacı doğuruyor. Bir dönem büyük ses getiren E.T. filmi ve ona benzer bilim kurgu filmler, işte bu eğilimleri doyuran bir işleve sahipti.

İnsana benzeyen ucube görünümlü uzay yaratıkları acaba insana iyi mi davranacaklar yoksa bazı insanların diğerlerine yaptığı gibi, onlar da insanları kendilerine tâbi yaratıklar haline mi getirecekler? İlk karşılaşmada ortaya çıkacak olan bu niyet, bu filmlerin temel dinamizmini oluşturmaktaydı.

İnsanların uzaya olan ilgisini açıklayan bir diğer tema, dünyaya olan güvensizlik. Gerek hak dinlerin, gerekse giderek sayısal ve niceliksel olarak artmakta olan doğal afetler “kıyamet” düşüncesini, insanların zihninde canlı tutuyor.

Dünyanın bir gün bir şekilde harap olabileceği ihtimali, varlığını şu görünen âlemde konumlandıran insanlar için gözleri semaya çevirmeye, orada kendilerine yeni dayanıklı yurtlar keşfetmeye itiyor.

Yakın dönemde çekilen The Day After Tomorrow (Yarından Sonra) ve 2012 gibi filmler, bu çerçevede, örnek olarak verilebilir.

Dünyanın geçmiş asırlardakine benzer bir buzul çağına gireceği ihtimalini işleyen Yarından Sonra filmi ile birlikte, dünyanın Nuh Tufanı’na benzer bir büyük afete yakalanacağı ihtimalini beyaz perdeye aktaran 2012 filmleri, aslında halihazırda Japonya’da şahit olduğumuz deprem, tsunami görüntüleriyle ne kadar gerçeğe yakın olduklarını göstermiş oldular.

Doğrusunu isterseniz, bu filmlerin anlatmaya çalıştığı “kıyamet senaryoları” ile uzay hakkında yapılan “umut verici” haberler arasında çok büyük bir bağ var.

En son NASA’nın açıkladığı çok soğuk olmayan çok sıcak da olmayan bir kuşakta “yaşam olma ihtimali olan” 54 gezegenin keşfedildiği haberine bu gözle baktığımızda, insanın dünyada yere basarken kendini pek de emniyette hissetmediği gerçeğini çok güçlü bir şekilde görebiliriz. Zira haberin detaylarında sözü edilen kuşaktaki gezegenlerin şu anki teknolojik imkânlar çerçevesinde görüntülerinin alınamadığı, yalnızca bazı yıldızların ışığına engel olduklarından dolayı orada olmaları gerektiğine dair bir sonuç çıkartıldığı ifade edilmekte.

Yani, şu an itibariyle biz orada olduklarından bile tam olarak emin değiliz. Ama her nasılsa orada yaşam olabileceğine dair “güçlü” umutlar besleyebiliyoruz.

Kitle iletişim araçlarında uzayda yaşam olabileceğine dair haberleri alt alta kopyaladığımızda, şu gerçek kendini açıkça belli ediyor:

“Bizim uzayla olan ilgimiz, bilimsel olmaktan çok, psikolojik!”

Yani, genel kamuoyuna, kanıtlanmış bilimsel bilgilerden ziyade, onların psikolojik eğilim ve ihtiyaçlarına hitap eden haberler yapmaktan öte, bir çabayı maalesef göremiyoruz.

Bu durum, komik bir manzara da ortaya çıkarıyor aslında. Dünyamıza en yakın uzay cismi olan Ay’ın kraterlerinin suyla dolu olduğu (veya eskiden suyla dolu olabileceği), Mars’ta hayat emareleri bulunduğuna ilişkin ardı arkası kesilmez haberlerin bilimle ilişkili olduğunu iddia etmek pek de kolay değil. Olsa olsa bir mizah konusudur.

Ne var ki, sektör bıkmadan yılmadan bu haberleri üretmeye devam ediyor. İnsanlar da bu haberleri takip etmeye devam ediyorlar. Burada, karşılıklı birbirini kandırma türü bir ahlaksızlığa işaret etmemiz gerekiyor.

Görülen o ki, insanoğlu daha uzun bir süre, içindeki sonsuzluk arzusunu, “dünyada kıyamet olursa, uzayda bir yerlerde varolmaya devam ederim” ümidiyle avutmaya devam edecek.

Halbuki, dünyanın sonluluğu, kıyamet ve ölüm hakikati, insanı, Yaratıcı’nın kapısına götüren hakikatlerdir. Bilim kisvesi altında hakikatin üzeri örtülmese ve medya gibi etkilerle gaflete sürüklenmeseler, belki de insanlar özgür iradeleriyle daha isabetli bir tercihte bulunabilecekler.

Bu konuda medyadan ve bilim dünyasından daha dürüst olmalarını istemenin hepimizin hakkı olduğunu düşünüyorum.