Üretimdeki olağanüstü ilerlemeler, daha fazla olmasına rağmen, kesinlikle daha çok zamana dönüşememiştir. Her neslin daha çok ürettiği halde daha fazla zamana kavuşamamasının nedeni, üründeki ve isteklerdeki amansız artıştır. Zenginlik ütopyası, özgürlük ütopyasını geride bırakmıştır.
Bir turistin gözü mutlu bir manzaraya takılır. Sade giyimli bir adam kumsalı yalayan dalgalardan kurtulup kenara çekilmiş bir balıkçı teknesinde uyuklamaktadır. Fotoğraf makinesinin flaşı patlar ve balıkçı uyanır. Turist balıkçıya bir sigara uzatır ve sohbete koyulur. “Hava bu kadar güzel, balık da bol iken sen neden çıkıp daha fazla balık tutmak yerine burada yatıyorsun?”
Balıkçı: "Çünkü bu sabah yeteri kadar tuttum." der.
Turist: "Ama bir düşünsene günde üç dört kez daha çıksan eve üç dört kat daha fazla balık götürürsün. O zaman ne olur biliyor musun?"
Balıkçı "hayır" anlamında başını sallar.
"Daha bir yıl dolmadan kendine bir motor alırsın. İki yıl sonra da ikincisini alırsın. Üç yıl sonra da bir iki tane filikan olur. Düşünsene! Bir gün kendine bir imalathane yapabilirsin. Hatta balık sürülerinin izini sürmek ve filikalarını takip etmek için, bir helikopter bile alabilirsin ya da balıklarını şehre götürmek için kendi kamyonetlerini kullanırsın. Ondan sonra..."
"Sonra?" diye sorar balıkçı.
"Sonra" diye devam eder turist, bir zafer edasıyla "Kumsalda rahatça oturup güzelim okyanusu seyredip uyuklayabilirsin!"
Balıkçı turiste şöyle bir bakar: "Ama sen gelmeden önce de bunu yapıyordum zaten!"
Hienrich Böll'ün anlattığı bu hikaye, zenginlerin umutlarına ve korkularına ışık tutar. Tembel balıkçıyı, güneşte sere serpe uzanmış uyuklarken gören turistin aklına, kendince hiçbir kurtuluşu olmayan bir duruma, yani fakirliğe düşme korkusu gelir. Ve bu saikle zenginin umudunu fakire yansıtır. Bir an bile düşünmeden üretkenliği artırmanın planlarını yapar. Sonunda, tüm bu çabalara anlam vermesi beklenen bir vaatte bulunur:
"Çalışmaktan kurtulup özgürlüğe kavuşarak zamana hükmetmek."
Anekdotu bu kadar şaşırtıcı kılan şey ise hikayenin döngüsel yapısıdır. Zengin, fakirin başladığı noktaya ulaşmak için çaba harcamaktadır. Zengine bir sürü rahatsız edici sorular soran bir paradoks sunulmuştur. Zengin fakirin zaten sahip olduğu şeyleri elde edebilmek için neden o kadar acıya ve sıkıntıya katlansın ki?
Ya da daha kötüsü, nasıl oluyor da zengin o kadar uğraşıp didinmesine rağmen fakirin sürdüğü konforu süremiyor? 'Gelişmişlik masalı'nda zaman bolluğuna erişmek için sürekli mal varlığını artırmaktan bahsedildiğini dikkate alırsak, bugünün zenginlerinin gözden kaçırdığı bir şeyler var.
Problem nedir o halde? İsterseniz, bu sorunun cevabını arayalım şimdi.
ZENGİNLİK VE ZAMAN İLİŞKİSİ
Hep söylendiği gibi, zamanın tasarrufu, paranın hareketinin özünde yatar. Bili Gates'in ağ tarayıcısı Explorer gibi ilerlemek amacıyla geliştirilen pek çok teknoloji, "az zamanda çok iş yapma"nın çok zamanda az iş yapmaktan daha iyi olacağı düşünülerek kullanılmaktadır.
Aslında zaman tasarrufu düşüncesi, son iki yüz yıldır üretim ve tüketim biçimlerini değiştiren temel faktördür.
İleri görüşlü insanlar, çalışmanın sona erip herkesin istediği şeyle uğraştığı yeri, özgürlüğün yükselen krallığını çok önceden görmüşlerdi: Sabahları avlanmak, öğleden sonraları balığa çıkmak, ikindide hayvanlarla ilgilenmek ve akşam yemeğinden sonra edebi sohbetler etmek... Peki bu ütopyaya ne oldu? Ulaşmaya çalıştığımız bu 'özgür zaman' nereye gitti?
Bu konuda otomobilin kullanımı güzel bir örnek olabilir. Başlangıçta otomobil; bir yere gitmek için gereken süreyi inanılmaz derecede kısaltan mükemmel bir zaman tasarrufçusu olarak takdim edilmişti. Fakat, sanılanın aksine, arabası olanlar bir yerden bir yere gitmek için arabası olmayanlardan daha az bir süre harcamıyor. Onlar daha uzak yerlere gidiyorlar. Hızın gücü yolda geçen daha fazla süreye dönüşüyor. Tasarruf edilen zaman yine yollarda harcanıyor. Sonuç olarak, sıradan bir Alman vatandaşı 1950'de yılda 2.000 km yol kat etmesine karşın günümüzde 15.000 km yol kat ediyor.
Ulaşımdan iletişime, üretimden eğlenceye tasarruf edilen zaman, sürekli daha uzak mesafelere, daha fazla görüşmeye ve artan bir etkinliğe dönüşmektedir. Tasarruf edilen saatler, yeni üretim mekanizmaları tarafından harcanıyor ve bir süre sonra, büyüme zaman tasarruf edici aletler için yeni bir baskı oluşturuyor. Bu da döngüyü başa sarıyor.
Üretimdeki olağanüstü ilerlemeler, daha fazla olmasına rağmen, kesinlikle daha çok zamana dönüşememiştir. Aksine büyük ölçüde yeni ürün ve mal olarak geri dönmektedir.
Şu bir gerçek ki; zaman içinde sonuçları değişmeyecek olsa, herkes günümüzün normal çalışma saatlerinden sadece bir bölümüne katlanırdı. Başarma isteği seviyeleri değişmeyecek olsa, herkes gündelik işlere daha az vakit ayırırdı. Her neslin daha çok ürettiği halde daha fazla zamana kavuşamamasının nedeni, üründeki ve isteklerdeki amansız artıştır. Zenginlik ütopyası, özgürlük ütopyasını geride bırakmıştır.
YETERLİLİK KAVRAMI
Hikayemizdeki balıkçı, zengin olduğu halde daha fazlasını elde etmek için zengin toplumların nasıl hırsla çalıştığını görse, çok şaşırırdı herhalde.
Yirminci yüzyıl ekonomisinin önde gelen düşünürlerinden John Maynard Keynes'in de merak ettiği soru, zenginliğe kavuşmuş bir toplumun doyuma ulaşıp ulaşamayacağıydı. Günümüz zenginlerine bakılırsa, doyumsuzluğun hala sürdüğünü görebiliyoruz.
Peki acaba onlar neden "yeterlilik" kavramını görmezden geliyorlar?
Çünkü bu toplumlarda önemli olan nokta, mal ve hizmetin sembolik gücüdür, yoksa faydası ve kullanışlılığı değil! Her mal bir şey ifade eder. Dolayısıyla önemli olan, onların ne işe yaradığı değil, ne söylediğidir.
Modern toplumda mallar birer iletişim aracıdır; kullanıcının kendisi hakkında mesajlar vermesine yarayan bir işaret diline sahiptirler.
Aslına bakılırsa, günümüzde birçok ürün mükemmel denilebilecek bir seviyededir ve daha fazla geliştirilemez. O bakımdan, bu mallar ancak daha fazla 'sembolik değer' sunduğunda, yeni alıcılar bulabilirler. Örneğin, zamanı doğru göstermekten daha fazlasını yapamayacak olan saatler, sportif bir havaya büründüğünde başka bir dili konuşmaya başlar. Görüntü kalitesi bakımından en mükemmel seviyeye ulaşmış televizyonlar, geniş ekranlarla sinema etkisi oluşturmaya doğru evrilir. Ürünün kullanışlılığı sorgulanmadığından, tasarımcı ve reklamcılar müşterilerine sürekli yeni heyecanlar ve yeni kimlikler sunma peşindedir.
Böyle bir ortamda tüketici ve ürün arasındaki ilişki, temel olarak hayal gücü tarafından şekillenir. Bu da bozulmaya oldukça meyilli bir ilişkidir. Çünkü duygular ve anlamlar asla sabit kalmaz. Onların her şekle kolayca girebilmesi ve modasının çabucak geçmesi, tasarımcılar tarafından defalarca ve çeşitli yöntemlerle sömürülmesine neden olmuştur.
Aslında hayal gücü, bir mal veya hizmetin sürekli kullanılması için tükenmez bir hazinedir. İşte bu yüzden zengin toplumların günün birinde doyum seviyesine erişeceği beklentisi gerçekleşmemiştir: "Mallar kültürel simgeler haline geldiğinde, ekonomik büyümenin sonu gelmez. "
TUTUMLULUK VE REFAH
Belli bir eşikten sonra, her şey 'zaman hırsızı' haline gelir. Malların seçilmesi, satın alınması, kurulması, kullanılması, denenmesi, korunması, düzenlenmesi, tozunun alınması, tamir edilmesi, saklanması ve sonunda atılması gerekmektedir. Aynı şekilde randevuların aranması, ayarlanması, kararlaştırılması, ajandaya not edilmesi, gerçekleştirilmesi, değerlendirilmesi ve sürdürülmesi lazımdır. Günümüzde en değerli eşyalar ve en değerli iletişim araçları bile kaynakların en kısıtlı olanına, yani, zamana yenik düşmektedir. Zengin toplumlarda malların, hizmetlerin ve olayların çeşitliliği bir patlama yaşamıştır. Fakat gün, kendi muhafazakar tutumuyla sadece 24 saat olmaya devam etmektedir. Zaman darlığı, zenginliğin düşmanı olmuştur. Zenginin birçok şeyi olabilir ama zaman fakiridir. Aslında, çok seçenekli bir toplumda, insanlar, çeşitliliğin yokluğundan değil, bolluğundan muzdariplerdir. İlk etapta, refahı imkanların darlığı tehdit etse de, sonrasında, hedeflerin çokluğunun doğurduğu bir karmaşa tehdit eder. Seçeneklerin çokluğu, insanın ne istediğini bilmesini, neyi istemediğine karar vermesini ve elindekiyle yetinebilmesi giderek zorlaştırmaktadır.
İnsanın refahı çift boyutludur: Maddi ve manevi...
Yiyecek alıp, yemek hazırlayan her insan, karnını doyurmanın maddi hazzını ve yemeğini hazırlamanın ya da biriyle paylaşmanın manevi hazzını yaşar. Bu manevi haz ise dikkat gerektirir. Bu da zaman anlamına gelir. Malların ve hizmetlerin tam değeri, onlara dikkat edildiğinde anlaşılabilir: Düzgün kullanılmalı, doğru dürüst tadı çıkarılmalı ve kıymeti bilinmelidir. Aynı anda çok fazla şeye sahip olmak, manevi doyumsuzluğa yol açar. Seçenek bolluğu tam doyumu kolaylıkla azaltabilir. Yani "zaman fakirliği mal zenginliğini yer bitirir." Başka bir deyişle, "tüm hazzın azalmaya mahkum olduğu yerin ötesinde maddi şeyin bir sınırı vardır." O halde gerçek refahın anahtarı, tutumluluktur.
Günümüz sorunlarının özünde biraz olsun tutumluluk gösterememek var. Yaşama sanatı ölçüyü tutturabilmeyi de gerektiriyor. "Her az, kesinlikle daha çok olabilir." Modern tüketici, sürekli olarak zamanı çarçur etmektedir. Seçeneklerin patlama yaptığı bir çağda, hayır diyebilme iradesini gösterebilme yeteneği, daha zengin bir toplum meydana getirmeyi sağlar.
Kuşkusuz, zaman bolluğu yoksa, cömertlik, merhamet, adanmışlık ve özgürlük kıtlaşır. Balıkçının kendiliğinden anladığı ve turistin istemeye istemeye fark ettiği bir modern zaman fakirliğidir, burada söz konusu olan...
(Wolfgang Sachs)