TR EN

Dil Seçin

Ara

Asıl Ve En Büyük Cehalet Nedir?

Yaşlı bir köylü kadının, ölüm döşeğindeyken, etrafındakilere büyük bir saflıkla:

“Öleceğime pek üzülmüyorum da, gelinim yıllarca güçlükle düzdüğüm kap kacağıma benden sonra nasıl bakar; onları itinayla kullanır mı, onu düşünüyorum” dediğinden, büyük bir hayret, küçümseme ve yadırgamayla bahsedilir.

Aslında, o hayret ve yadırgama halini gösterenlerin birçoğu, kendileri farkında olmasa bile, belki de o yaşlı ve saf köylü kadının ölüm döşeğinde o sözleri söyleyen halindekinden çok daha fazla hayret edilecek ve yadırganacak bir halde olabilirler.

Belki, o yaşlı ve saf köylü kadının hiç okuma yazması bile yoktur; fakat bilinmesi gereken en mühim şeyi: Allah’ı (cc), O’nun Resulünü, dünyada bulunuşunun kendi isteğiyle, tesadüfen veya anne-babası sebebiyle değil; Allah’ın, ruhuna ceset vermesiyle olduğunu, Allah’ın onu geçici bir hayat yaşaması için bu dünyaya, maksatsız, gayesiz göndermiş olamayacağını, kendisinden yapmasını ve yapmamasını istedikleri olduğunu, buna göre kendisini imtihan edip sonunda ölüm sonrası gideceği ebedî hayatında ya mükafat ya da ceza olacağını bilerek ve ona göre yaşayarak, dünya hayatının sonuna gelmiş olabilir.

“Öleceğime pek üzülmüyorum..” diyen o kadın, bu imanla yaşamışsa, niye üzülsün ki? Çünkü, onun için ölüm: “İdam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, failsiz bir in’idam değil, yokluk değil; belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahim tarafına bir terhis,” “bir tebdil-i mekan,” “Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîsine bir sevkiyat,” “yüzde doksandokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısı”dır.

Onun için belki ölüm: “Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümâta, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğini” tevehhüm edip düşünülecek bir hadise değildir; o, fenâya değil bekaya gidilen, ademe değil vücud-u daimîye sevk olunulan, zulümâta değil âlem-i nûra girilen, Sahip ve Malik-i Hakikî’nin tarafına gidilen, Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönülen, kesrette boğulmaya değil vahdet dairesinde teneffüs edilecek bir yere varılan, firâka değil visâle müteveccih olunan bir kapıdır.” (RNK, 20. Mektup)

Bu gerçeklere yabancılıkla, o yaşlı, köylü kadını ölüm döşeğinde söylediği o sözleri sebebiyle çok yadırgamakta, küçümsemekte ve hele alaya almakta hiç acele etmemek gerekir.

O yaşlı kadının belki okuma-yazması bile yoktur; fakat yaşadığı devirde okuma-yazması olup da faydalı ilmi talep etmemiş birçok kişinin hali gibi, âhirzamanın fitnesinden, okuma-yazma kanalıyla kendine bulaşan belki olmamış ve ilk safiyetini muhafaza etmiştir.

Cehalet, ilme elbette tercih edilmez ve üstün tutulmaz; fakat o yaşlı, köylü kadın kendisine hakikati bulduracak aklıselimini ve vicdanını o yaşına kadar, belki de “masumiyet zırhı” şekline girmiş ümmîliği ile bozulmamış halde muhafaza edebilmiştir. Belki, o kadın dünyaya gönderilmesinin hikmetini ve gayesini, Hâlık-ı Kâinatı tanımış; O’na mükellefiyet çağının başlangıcından itibaren, iman ve ubudiyette bulunmaya çalışmıştır. Asıl önemli olan da, herhangi bir dünyevî meslek, mevki, itibar, servet sahibi olmaktan çok daha önce, budur.

“Cehalet, bütün kötülüklerin başıdır,” hadisinde kastedilen cehalet hangisidir? İlmin faydalısını talep edip faydasız ilimden ise Allah’a sığınmak, Peygamberimizin (s.a.s.) dualarındandır; çünkü faydasız ilim insanı ifsat edebilir, hakikî insanlık vasfından ve aslî vazifelerinden de uzaklaştırabilir. “İlim rütbesi, rütbelerin en yükseğidir,” hadisinde bahsedilen ilim, “Faydalı ilim”dir. “İlim öğrenmek, kadın-erkek her Müslümana farzdır,” hadisinin manasını saptırmaya çalışanlar da vardır. Herkese farz olan: “İlmihal ilmi” ve bunun başı da, insanın kim olduğunu, bu dünyaya gönderilişinin maksadını, gayesini, bu dünyadaki vazifelerini bildiren, İman ve İslamiyet bilgileridir; diğer faydalı ilimler ise, “farz-ı kifaye”dir.

Bunları böyle bilmemek ve buna göre yaşamamak; asıl ve en büyük cehalettir.