TR EN

Dil Seçin

Ara

Çarpışma

Çarpışma

Gözlerin ardı puslu karanlık. Baktığı pencerede bin umut.

Bir doğum sancısı olmuş pişmanlıklar. Kıvrana kıvrana tutunmuş pencerenin pervazına. Hangi utançsa, çekiyor ardından. İçeri girmeye çekiniyor. Kirletmekten korkuyor belki. Belki kimsenin kir kabul etmediğini “kir”i kabul etmiş ki yüzü yok içeride olmaya. “Kir” diye/bilinmeyenle bile kirlendiğini sanacak denli tertemiz belki...

Utanılmayandan utanacak kadar pak ve masum; belli. Ne diyorum ben? Utanılacaktan utanmak bile paklık ve saflık değil mi, utanılacakları utanılmaz diye afişe eden utanmazlıkların ortasında...

O bakışın ardındaki karanlığa bir mum yakacak cesaret yok bende... Ne de onda tereddütlü dudaklarıyla lehimlediği dipsiz suskunluğunun ağzını açacak mecal kalmış. Ayıplanırım korkusu perçinliyor sesini bir taraftan; saf vicdan, dokunulmadık fıtrat ise ayıbı tortulaştırmadan dışarı atmak istiyor öbür taraftan.

Ben içeride, fotoğraf meraklısı bir duyarsız. O dışarıda, kendi içinde tutunacak dal arayan bir çaresiz.

Ben içeride; kandil programı için başkalarına konuşan bir zamane. O dışarıda, kandil gecesinin kıvılcımında için için eriyen bir pervane.

Ben görüntüyü kurtardım en fazla... O görüldüğünün bile farkında olmayacak kadar yoğruldu o gece...

Göründüğünce olanların tarafında kalan benim; bile isteye ışıkların önüne yürüyen bir kalıbım belki. O ise olabildiğince görünmez kalanların tarafında; bakışların tenhasında, kendi yüzünün alevlerinde yanıp tutuşan bir kalp belli.

Ben sesli, süslü dualar ettim dudaklarımla... O ise can dudağı kesildi Eyyub-el Ensarî’nin [ra] evinde ağırladığı Nur’un sessiz ve sözsüz varlığında...

Aramızdaki cam hâlâ duruyor.

Ne o girdi içeriye, ne ben çıkabildim dışarıya.

Kimdi o? Neydi? Niye geldi? Nereye gitti? Yaşıyor mu şimdi? Yoksa uyuttu mu yeniden pişmanlıklarını? Yeni ninniler mi söyleyerek uyuttu mu şehrin gürültüsü? Yoksa, uyandı mı o gece üzerinden ağır sarhoşluğu atan bahtiyarlar gibi? Hangi kaldırımda şimdi?

Hâlâ bilmiyorum.

Baktığı o boşluk öyle derin ki, içimdeki duaların hepsi bir anda onun yanına akıyor. Yaşadığı çaresizlik öylesine çekici ki, kalbimdeki suskunlukların hepsi ona dokunuyor, içimdeki merhametlerin hepsi onu sarmak istiyor...

Nerede şimdi?

Buraya kadar yazdıklarımı yok etsem de, onun mahcupluğu değse göğsüme...

Çerçevelediğim görüntülerin hepsini silsem, bir onun sığ(ın)dığı görüntünün içinde parçalanıversem, dağılsam Eyüp Sultan Camii’nin bahçesinde.

Çektiğim fotoğrafların hepsinin ardından kaçsam, bir onun çektiği derdin ortasında kıvranabilsem.

Onu tasvir ettiğim bu yazıdaki sıfatların hepsini yitirsem, kelimelerin cümlesini, hecelerin tümünü susturabilsem de, bir onun yalın halini, bir onun duru duruşunu Eyyub-el Ensarî’nin [ra] huzuruna sözsüz, sessiz, süssüz bir dua diye bırakıversem...

Bak, ben fotoğraftayım hâlâ.. O ise, ortak yaşadığımız o birkaç dakikayı sonsuzca uzatmakta, bu sessiz fotoğrafı yakıp yıkan bitmez bir b/akışta..

Ben yazımı tamamladım işte. Bir yazım daha oldu “Bakış Acısı”na itinayla tutunacak.

Son cümleye sadece birkaç cümle kaldı. Az sonra susacağım.

Ama o duruşuyla kurduğum cümlelerin hepsini parçalamakta. Ama o ardı sıra bıraktığı o pencere önünü ele avuca sığmaz bir insan hırçınlığıyla beklemekte. Ama o “Neden beni soğuk objektifine malzeme etmeyi tercih ettin de, bir sıcak söz söylemedin diye, rahmet pınarı o gecenin içine niye beni de çağırmadın diye, birkaç heceyle de olsa boğulduğum sulara elini niye uzatmadın?” diye yakamı çekiştirip hesap sormakta...