TR EN

Dil Seçin

Ara

Saatçi Dükkânında…

Saatçi Dükkânında…

Yıllara meydan okuyan iki katlı ahşap evin altında bir dükkân. Babadan oğula devreden tarihî saatçi dükkânını şimdi Burhan usta yaşatıyor. Müşterileri gibi konukları da kendine has. Ara soğutmayan dostlar, sayılı, sade insanlar… Bir gün ziyaretindeydim, genç bir adam telaşla girdi dükkâna. Etrafa bakınıyordu ama belli ki, aradığını bulamamıştı.

Yıllara meydan okuyan iki katlı ahşap evin altında bir dükkân. Babadan oğula devreden tarihî saatçi dükkânını şimdi Burhan usta yaşatıyor. Müşterileri gibi konukları da kendine has. Ara soğutmayan dostlar, sayılı, sade insanlar… 

Bir gün ziyaretindeydim, genç bir adam telaşla girdi dükkâna. Etrafa bakınıyordu ama belli ki, aradığını bulamamıştı.

Dükkan sahibi sordu:

“Ne arıyorsunuz, yardımcı olayım?”

“Hiç ses çıkarmayan saat arıyorum.” 

Saat ustası: 

“Hiç ses çıkarmayan saat pek yoktur; çalışan her saatin az da olsa bir sesi vardır.”

“Çalışsın ama hiç ses çıkarmasın.”

“Niye?” diye sordu usta.

“Eskiden evimizde gonglu ya da guguklu saatler olurdu. Her saat başı onları dinlemekten bıktım, ben şimdi sessiz saat istiyorum.”

“Olsun, ne zararı var… Sana vakti bildiriyor işte.” 

“Hayır hayır. Ben vakti sesle, gürültüyle bilmek istemiyorum. Vakti, saate bakmak istediğim zaman görmek istiyorum.”

“O zaman şu küçük masa saatlerinden vereyim.” 

“Yok, yok, onlardan daha önce almıştım. Bunlar da ses çıkarıyor.”

“Senin istediğin zor, o kadar dikkat kesilirsen, her şeyin sesini duyarsın. Hatta kalbinin sesini bile…”

“Hadi canım…” dedi genç. “Bunca senedir kalbimin sesini bir defa olsun duymadım.”

“Kalbinin sesi, ömür dakikalarının ayak sesidir” dedi usta, “Kalbini unutan kendini unutur.”

Konuşma bir anda felsefî bir boyut kazanmıştı… 

Burhan usta gönül sahibi bir insandı. Zaten dükkânın girişindeki vitrin onun hakkında bir fikir veriyordu. Adeta bir pano gibi, üzerindeki irili ufaklı yazılar ve şiirler gencin de dikkatini çekmişti. Konuşurken bir yanda da Necip Fazıl Kısakürek’ten dikkatini çekenleri sesli okudu:

“Nedir zaman, nedir?

Bir su mu, bir kuş mu?

Nedir zaman, nedir?

İniş mi, yokuş mu?” 

“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;

Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…”

“Usta, zaman nasıl bir şey?” diye sordu genç.

“O kişiden kişiye değişir” dedi usta. “Kimine vakittir, kimine nakittir. Namazı bekleyen birisi ‘Saat kaç?’ deyince ‘Vakittir’ demişti, kastettiği ikindi namazı vaktiydi… Başka birine göre tüketilecek bir şey. Bir Müslüman olarak bize göre, hem dünya hem de ahiret hayatı için sermayedir zaman. Bunun için ne alıp ne verdiğine dikkat etmeli insan, bu tek seferlik bir ticaret. Yani bu hayatın rövanşı yok…”

O sırada dükkândaki saatlerin gongları öğlen 12’yi vurmaya başladı. Biri susuyor, öbürü başlıyordu. 

Genç rahatsız oldu, “Bunca sese nasıl dayanıyorsunuz?..”

“Bazı dostların şikâyetleri olmuyor değil.” dedi usta. “Ama bizim mesleğin güzel tarafı da bu. Zamanın hızla aktığını, saniyelerin bile ne kadar önemli olduğunu bu tik-taklardan anlıyorum ben. O sallanan sarkaçları zamanın el sallayıp gitmesi olarak görüyorum. Kalbimizin de her atışında geçip giden ömrümüzün ayak sesleri olduğunu hayal ediyorum...”

“Yine kalp… Yalnız kalınca kalbimin sesini dinleyeceğim. Bakalım, duyabilecek miyim…” 

“Duyarsın, duyarsın. Saatin ve kalbin çok benzerdir.” 

Epey meraklandı genç:

“Acayip… Önce kalbimi fark ettim. Sonra kalbimin her çarpıntısının ömrün ayak sesi gibi olduğunu... Bakalım, daha neler duyacağım bu dükkânda!..” Ve bir an durup merakla sordu: “Sizin saat tamirinden başka yaptığınız işler de var mı?” 

“Olmaz mı? Önce kırık kalpleri, sonra saatleri tamir ediyoruz burada.”

“Anlayamadım?”

“Efendim” dedi usta, “Biz sadece saat tamir etmeyiz. Buraya gelenler misafirimizdir; önce ağırlar, derdi varsa, kalbi kırıksa teselli bulmaya çalışırız, kalplerini onarırız, sonra saatlerini tamir ederiz!”

“Dışardan bakıldığında hiç de öyle değil.”

“Evet, her şeyin dışardan değil, içeriden ne olduğu önemlidir. Biz esnafız, bu dükkân yıllardır böyle çalışır.”

“Aslında” dedi genç, “ömrün geçmesi yaşım ilerledikçe endişelendiriyor beni. Oysa küçükken hep zaman geçse de büyüsem derdim…”

“Zaman ince bir konu… Biz zamana mahkûmuz, ama zamanın da dizginleri Allah’ın elinde. Bak ben sana saat verebilirim, ancak zamanı Allah verir… İsteyeceğini doğru yerden istemek lazım.”

Ve uzanıp benim elimdeki kitabı aldı usta ve gence verdi. 

Genç kitabı çevirip “Bediüzzaman, Ene ve Zerre Risalesi. Nedir bu kitap, neyi anlatır?”

“Senin anahtarın var bu kitapta. Zamanı merak ediyorsun ya. Bu kitapta fazlası var, okuyunca göreceksin zaten.”

“Tamam, usta.” dedi genç. “İyi ki gelmişim. Bunu okuyup en kısa zamanda yine kapınızı çalarım.”

Genç selamlaşıp gitti. Ustaya baktığımda gülüyordu: “Bak, herkesin nasibi neyse onu alıyor. Saat almaya geldi, senin kitabı alıp gitti…”