TR EN

Dil Seçin

Ara

Kâbe’nin Sırları / Allah’a Dönenlerin Kâbesi

Kâbe, şekliyle en sade bir formdadır. Sade bir küp; nakış, süsleme, dikkati dağıtacak herhangi birşey yoktur onda. Sade olmalıdır; çünkü sadece bir semboldür Kâbe. Teferruat olmamalıdır orada, görülmemelidir başka şeyler; çünkü orası birliğin sembolüdür. Onun asıl şaşaası, yüceliği manasındadır. Kâbe’ye davet var. Ona yönelmeye davet var. Gelin dönelim; her yönden, birliğe; her amaçtan, birliğe; her hatadan, birliğe dönelim. Birliğin sırrını Kâbe’de bulalım.

...

Sabah mıydı, akşam mı?.. Günün hangi saatiydi!.. Taştan bir binanın karşısında durmuş bakıyordu iki insan...

İbrahim peygamber ve oğlu İsmail, Allah’ın (c.c) emrini yerine getirmenin huzuruyla, yaptıkları binaya bakıyorlardı. Onu ilk temellerini tekrar ortaya çıkararak yeniden inşa etmişlerdi.

Ne büyük bir işti bu. Bunu bilenler bilirdi. İşte Kâbe şimdi karşılarında duruyordu.

O sırada İbrahim peygambere Kâbe’nin Rabbi’nden bir emir geldi: “İnsanları ibadet için Kâbe’ye davet et!”

Hz. İbrahim duraladı, çünkü kendini çok yetersiz hissetti:

“Yâ Rab! Benim sesim insanlara nasıl yetişebilir?” dedi. Bir insan ne kadar ötelere seslenebilirdi ki?..

Yüce Allah (c.c) tevhidin, birliğinin sembolü olan Kâbe’de, tevhidi ders veren kelâmıyla cevapladı peygamberini:

“Sen, seslen! Onu, insanlara eriştirmek, bana düşer!”

Ne hayattar bir ders bu; Allah’tan başka yaratıcı yok!.. İstemek bizden, yaratmak Ondan; dua bizden, lütuf Ondan; sebeplere teşebbüs bizden, sonuçları yaratmak Ondan. Seslenmek bizden, işittirmek Ondan.

Ve Hz. İbrahim, iskele taşına yöneldi; üzerine çıkıp dikildi. İlerilere baktı. Derin bir nefes alıp dört bir yana seslendi:

“Ey insanlar! Kâbe’ye Hac etmeniz size farz kılındı. Rabbinizin davetine icabet ediniz!”

Sesi karşı tepelerde yankılandı. O an görünen oydu. Fakat şimdi biz de görüyoruz ki; kalpleri yaratan Allah, peygamberinin sesini, yarattığı tüm kalplere işittirdi. İşte o andan itibaren kalpler Kâbe’ye yöneldi. İnsanlar yollara koyuldu. Bundan böyle o mukaddes belde, dünyada en çok ziyaret edilen, günlük yaşam içinde sürekli irtibat kurulan bir yer oldu. Rivayet odur ki; Kâbe’yi ziyarete gidenler, Hz. İbrahim’in o davetini “Buyur!..” diyerek karşılayanlardır.

Kâbe, tevhidin, yani Allah’ın bir ve tek oluşunun sembolü olduğu gibi, insanların kalplerini de birleştiren bir ev oldu. Maddesiyle, manasıyla tarifsiz ibadet zevkini tattıran, insanları başka ilahlar arama yanlışına düşmekten kurtaran bir mekân oldu.

Dünyanın dört bir yanından bütün insanlar, Kâbe’ye doğru yönelirken, hep birlikte aynı noktaya yönelmiş olmanın kazandırdığı bir kardeşlik şuuruna erdiler: İnsanlık kardeşliğine...

Kâbe’ye yönelen bir mümin, benimle birlikte dünyanın dört bir yanından bu mihraba yönelen milyonlarca kardeşlerim var. O halde bulunduğum şu saf, Kâbe’nin etrafında bir halka teşkil ediyor. Bunun arkasında ayrı bir halka, onun arkasında ayrı bir halka ve bu halkalar tüm dünya yüzünde devam ediyor. Ben de bu büyük cemaatin içinde, Âlemlerin Rabbine ibadet ediyorum düşüncesiyle, kalbi mutmain olur, Allah’ın yeryüzünde tesis ettiği kardeşliğin bir yüzünü görür.

İşte o gün, aldığı emri heyecanla yerine getirip, insanlara o daveti yapan Hz. İbrahim’in sesinin gücü, sadece Mekke dağlarında yankılanmaya yetmişti, fakat, her şeye kâdir olan Âlemlerin Rabbi, o sesi tüm insanlara işittirdi ve her asırda, her zamanda en güzide bir cemaati Kâbe’sinin etrafında saflar halinde topladı ve topluyor.

 

Yeryüzünde Yapılan İlk Ev

Kur’an-ı Kerim’de; “İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev, Mekke’de bulunan mübarek ve âlemler için hidayet kaynağı olan Kâbe’dir”1 buyurulur.

Kâbe’ye bedenen yöneldiğimiz gibi, ruhumuz ve kalbimizle de Kâbe’nin hakikatine yani tevhide bağlanırız.

Yüzümüzle başka yönlerden tek yöne, Kâbe’ye döndüğümüz gibi, kalbimizle de, kesretten vahdete, ilah zannedilenlerden, Dergah-ı Uluhiyete yöneliriz. Çünkü davet, kalıplar için Kâbe’ye; kalpler ve ruhlar için imana ve tevhidedir.

Böylece değişmez gerçeği Kâbe’de buluruz: rızık verici görünenlerden, gerçek Rezzak olan Allah’a; şifa veren görünenlerden, asıl Şâfi olan Allah’a; bütün yapıcı edici gördüklerimizden, her şeyi ilmiyle, kudretiyle, iradesiyle yaratan Allah’a yöneliriz. Kâbe’de gerçek yönümüzü, istikametimizi buluruz. Çünkü Kâbe, mübarektir, hidayet kaynağıdır; hakikatın kaynağıdır.

Kâbe ilk olarak melekler tarafından inşa edilmiştir. Beyt-i Mâmur, semada bulunan meleklerin tavaf ettiği bir evdir. Rivayete göre, bu evi her gün yetmiş bin melek ziyaret eder ve kıyamete kadar bir daha ona sıra gelmez.2 Allah Teâlâ, meleklere “yeryüzünde de bu beytin aynısını yapınız” emrini verdi ki, yeryüzünde yaşayacak olanlar da burayı tavaf etsinler. Böylece ilk defa Kâbe, melekler tarafından inşa edilmiş oldu.

Zaman gelip Hz. Âdem dünyaya indirilince, hasretle, aşkla ibadet etmek istedi ve Rabbine yakardı. Bunun üzerine, Allahu Teâlâ:

“Yâ Âdem, benim yeryüzünde bir beytim vardır. Mekke’ye git ve onun temellerini bul, üzerine güzel bir beyt inşa et. Meleklerin Arş’ı tavaf ettikleri gibi sen de onun etrafında tavaf et” buyurdu.

Hz. Âdem, Cebrail’in (a.s.) yardımıyla oraya ulaştı ve daha önceden meleklerin de tavaf ettiği yeri buldu. Meleklerin de yardımıyla tekrar Kâbe’yi inşa ettiler.

 

Ve Allah’ın Dostu Hz. İbrahim

Hz. İbrahim, Hacer’i ve küçük çocukları İsmail’i alarak şimdiki Zemzem kuyusunun bulunduğu yere getirdi. Henüz ne Mekke şehri, ne Kâbe ve ne de o yörede bir insan yoktu. Bir kırba su ve bir miktar yiyecekle onları orada bırakıp, Filistin’e döneceğini söyleyince; Hz. Hacer, bunun Allah’ın emri mi olduğunu sordu. Hz. İbrahim; vahiyle hareket ettiğini söyleyince Hacer; “Allah kulunu zayi etmez, gidebilirsin” diyerek tevekkül ve teslimiyet gösterdi.

Bir kadın ve kucağında henüz süt emen bebeği, çölün ortasında, hiçbir insanın bulunmadığı bir yörede yalnız kalmıştı.

O mübarek mekânlar ne kullara şahit olmuştur. Bir emirle hanımını ve çocuğunu ıssız çöle getirip bırakan ve o emre en güzel teslimiyetle karşılık veren kullar.

Hz. Hacer, Safa ile Merve tepesi arasında su bulmak ümidiyle gidip gelirken, Cenâb-ı Hakk’ın bir ikramı olarak, oğlu İsmail’in bulunduğu yerden su kaynamaya başladı. Bunu uzaktan gören Hz. Hacer koşup geldi ve suyun akıp gitmesini önlemek için set yaptı. Suya “zem zem” (dur, dur) diye sesleniyor ve bir yandan da kendilerini zayi etmeyen Rabbine şükrediyordu.

Kısa bir süre sonra, kuşların hareketinden suyun varlığını anlayan seyahat hâlindeki Cürhümî kabilesi, yolunu değiştirerek oraya geldi. Hz. Hacer onlara, gıda karşılığında su almaları için izin verdi. Bundan sonra buraya yerleşen Cürhümîler, Mekke şehrinin ilk kurucuları ve ilk halkını teşkil ettiler.3

Hz. İbrahim zaman zaman Hicaz’a geliyordu, geçen zaman içinde oğlu İsmail de büyümüştü. Hz. İbrahim aldığı bir emirle birlikte Kâbe-i Muazzama’yı Hz. İsmail ile beraber tekrar inşa ettiler. Kur’an-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılır:

“Bir zaman Biz, İbrahim’e Kâbe’nin yerini gösterip şöyle vahyettik: Bana hiçbir şeyi ortak koşma. Evim olan Kâbe’yi, tavaf edenler, civarında oturanlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için temizle.”4

Kâbe’nin inşası bittikten sonra, Yüce Allah (c.c.) Hz. İbrahim’e bütün insanları haccetmek üzere davet etmesini emretti: “İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar.”5

Hz. İbrahim bu ilânı yaptıktan sonra Cebrail aleyhisselâm gelerek, kendisine hac için gerekli bilgileri uygulatarak öğretti. Haccın bu usul ve erkânı, Hicaz halkının Peygamberi İsmail (a.s) tarafından da ümmetine öğretildi. Bundan sonra yakın ve uzak beldelerden ziyaretçiler Hicaz’a gelerek Beytullah’ı ziyarete başladılar.

 

Kâbe’nin Dünya Üzerindeki Yeri

Yeryüzünün en kıymetli yeri Kâbe’dir. Kur’an’da, Mekke ve Kudüs dışında başka bir şehir kutsal olarak nitelenmez.

Kâbe, Eski Dünya’nın (Avrupa, Asya ve Afrika) merkezinde bir konumda yer alıyor ve bu üç kıtaya hemen hemen aynı uzaklıkta bulunuyor. Ama siz elinize bir Dünya haritası alıp, Kuzey Amerika’dan Avustralya’ya, Kuzeydoğu Asya’dan Güney Amerika’ya doğru birer çizgi çeker ve bu çizgilerin kesiştiği yere bakarsanız, Kâbe’nin Dünya karalarının merkezinde bir konumda yer aldığını görürsünüz.

Peki, dünya üzerindeki enlem ve boylamların gösterdiği kutup noktaları ile pusulanın gösterdiği manyetik kutup noktaları neden birbirinden farklı yerlerdedir?

Dünya’nın ekliptik olarak 23o 27’ (dk)lık eğime sahip olduğunu biliriz. Günler, buna göre uzar ya da kısalır. Dünya’nın başı böyle eğdirilmeseydi tek bir mevsimi, mesela hep yazı yahut kışı yaşayacaktık. İşte bu eğim, kutupların yerini de değiştirmiş olur. Gerçekte; enlem ve boylamları çizerken Dünya’nın bu eğimini, yani mıknatısların sürekli yöneldiği manyetik kutupları dikkate alırsak, yeni bir Ekvator çıkar. O zaman “0” (sıfır) no’lu en büyük enlem olan Ekvator, bu yeni haliyle, Mekke kentinden geçecektir. Bu da Kâbe’nin, Dünya’nın ortasında bulunduğu gerçeğinin başka bir teyidi sayılabilir.
Dünya’nın manyetik kuzey ve güney kutuplarına göre çizilen yeni ekvator çizgisinin, yani Kâbe’den geçen Ekvator çizgisinin üzerinde, birisi Kâbe’ye göre doğu, diğeri ise batıda iki adet manyetik kutup bulunmaktadır. Batı kutbunu esrarengiz olayları ile “Bermuda” üçgeni teşkil ederken, doğudakini ise Japonya’da bir körfez bölgesi teşkil eder. Bu körfez de Bermuda gibi kaybolan eşyalar ile meşhur olmuştur. Kâbe’nin bu iki noktanın tam ortasında yer alması, Kâbe’nin yerinin de özel olarak seçildiğini düşündürmektedir…

İmam Bâkır, Hz. Âdem ile Cenâb-ı Hak (c.c.) arasında geçen Kâbe hakkındaki konuşmayı şöyle nakleder:

“...Onu (Kâbe’yi) nefsim için seçtiğim bir mevkiye koydum. Onun yerini, yerleri ve gökleri yarattığım gün seçtim.”6

Bu rivayeti destekleyen ve Kâbe’nin yerini Hz. İbrahim’e Cenâb-ı Hakk’ın gösterdiğini Kur’an’da, Hacc suresinin 26-27. âyetleri bildirir.

 

Altın Oran ve Kâbe’nin Konumu

Ünlü bilim adamlarından Galileo der ki; “Doğanın büyük kitabı, yani kâinat kitabı yalnız onun yazıldığı dili bilenler tarafından okunabilir.” Bu dil matematiktir. Artık pek çok bilimadamı tarafından kabul edilen Altın Oran, yani, 1,618 ölçüsü, insan yüzünde bulunduğu gibi ayçiçeklerinden çam kozalaklarına ve deniz kabuklularına kadar birçok varlıkta ölçü olarak kendini gösterir.

Bu gerçekten hareketle, Kâbe’nin koordinatlarıyla Altın Oran’ın bir ilişkisi olabileceği düşünülmüş ve gerçekten ölçülerin Altın Oran’ı yansıttığı tespit edilmiştir.7 Yani maddesiyle ve manasıyla Kâbe de, onun yeri de özeldir.

 

Kâbe’den Görünen

Kâbe bir aynadır. O ayna hem hakikatleri, hem ibretleri, hem en güzel örnekleri gösterir. Bunlarla kendine bakana kendini de gösterir. O sadece bir boy aynası gibi değildir. Hz. İbrahim’in emre itaati görünür meselâ o aynada. Sorgusuz, gönülden, sahiplenerek Allah’ın emrine itaat. Allah emrettiği için yapmak; Allah emrettiği için yapmamak; işte bütün hareketlerimizde rehberimiz olan, Allah’a itaat hakikatidir bu aynada yansıyan.

O aynada iman görünür. Âlemlerin Rabbine aşk derecesinde iman. Bütün sebep perdelerinden geçerek iman. Bütün sebep perdelerinin üstünde Allah’ın hikmetini ve iradesini gören, gösteren bir iman. Bütün peygamberlerin aynı yakîn ile anlattığı iman: Allah Bir, ortaksız, yardımcısız, benzemesiz, hiçbir şeye muhtaç olmayan Bir...

Kâbe aynasında fedakârlık, tevekkül, teslimiyet görünür. Gelin o aynada; bir emirle ailesini çölde bırakan bir insanı ve o emir Allah’tan geldiği için sorgusuz, sızlanmasız teslimiyet gösteren, tevekkül eden diğer bir insanı, kulluk kahramanlarını görün.

Kâbe aynası, putlardan arınmanın da dersini veriyor. Yaratan, şifa veren, rızık veren, öğreten, kurtaran, minnetin ve teşekkürün asıl sahibi yalnızca Allah... Araya girenler, ister put ismiyle, ister bilmem ne ismiyle olsun gün gelir yıkılırlar. Günleri getiren, haddini bilmeyenlere de günlerini gösterir.

Ve Kâbe, güzel Kâbe, vakit gelince güzel ahlâkın da, Allah’ı tanımanın da aynası olur. Âlemlerin, Allah’a muhatap olmasıyla gurur duyduğu Nebiler Nebisi (asm), güzel hayatıyla, güzel hatıralarıyla Kâbe’den yayar nurunu. İlk peygamberle başlayıp, Onun tamamladığı, Âlemlerin Rabbinin insanlara dersini, Onun sünnetinden alır, biz de kendimizde tamamlarız; eksiklerimizden kurtulur, kendimizi tamamlarız.

 

Kâbe’nin En Büyük Sırrı

İnsan, fıtraten Allah’ı çok sever. Bu duygu ile insan, kendisini yaratan Rabbine karşı en içten bir teşekkür duygusunu taşır. Bu duygudur ki, Rabbine karşı aşka dönüşür. İnsanı ubudiyetin (kesintisiz kulluğun) en yüksek mertebelerine çıkartır.

Kâbe’nin temelinde böyle şiddetli teşekkür duygusu, ondan kaynayan sevgi ve aşk vardır. Bu duygular melekleri Allah’a secde ve tesbihe yönelttiği gibi, Hz. Âdem’i de arayışa sevk etmişti. Ve ona Kâbe’nin yeri gösterildi, bu mübarek ve seçkin beldede Rabbine secde ve tavaf ile ruhu teskin oldu.

Kâbe, insanın kalbinden coşan, Rabbine kulluk olarak ne yapabileceği arayışına, Allah’tan gelen bir cevaptır. İnsan Kâbe’de bundan dolayı büyük bir tatmin yaşar, kalbinin en derinliklerinde kök salan bu duygularının karşılığını bulduğu için mutmain olur ve kendini ruhen gurbetten kurtulup vatanına gelmiş gibi hisseder.

Kâbe’de böyle teşekkür duygusu, sevgi, aşk ve minnet vardır. Fedakârlık, emre itaat vardır. Rabbini tanımak ve bulmak vardır. Şirkin bütün çeşitlerinden temizlenmek vardır. Kâbe’ye bakınca insan burada yaşananlarda bunları görür. Bütün bunları hayatına yansıtmak için gayrete gelir. Nasıl ki, Efendiler Efendisi (s.a.v.) putları Kâbe’den temizlemişse, kalbini de şirklerden temizlemeye uyanır.

İşte o zaman kalbi tevhidi, yani gerçek kıblesini bulur. Zaten Kâbe’nin insana verdiği mesajı ve daveti de tevhittir. Yani, Âlemlerin Rabbi’ni bir ve ortaksız bilip, bu şuurla yaşamak... Öyleyse haydi bu davete şevkle koşalım.

 

Kaynaklar:

1. Âl-i İmran Suresi, 3/96.

2. Hak Dini Kur’an Dili

3. Ez-Zebîdî, Tecrid-i Sarih, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 13

4. Hac Suresi, 22/26.

5. Hac Suresi, 22/27.

6. Ezkarî, Ahbar-ı Mekke, s. 46.

7. Erdem Çetinkaya, Kâbe’nin Sırrı, s. 99.