Her türlü ilerlemenin ve gelişmenin, maddi ve manevi terakkilerin vazgeçilmez bir prensibi, faydalı olanları alıp, zararlı olanları engellemektir. İnsanın kendini geliştirmesi için gönderildiği şu dünya hayatında zararları engelleme açısından nefisle mücadelenin önemini okuyacaksınız.
Kemal; noksanlığın zıddıdır. İmansızlık en büyük bir noksanlık, iman ve marifet ise en büyük bir kemaldir.
Bilgisizlik bir noksanlık ve kusur, ilim ise bir kemaldir.
Aynı şekilde, kibir noksanlıktır, tevazu “kemal”; hayasızlık noksanlıktır, edep ve haya “kemal”; zulüm noksanlıktır, adalet “kemal.”
“Her hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır” (Sözler) ifadesinin açtığı ufukta nice güzellikler görürüz. Bunların hepsi kemaldir. Bunlardan mahrum olmak ve zıtlarıyla boyanmak ise birer noksanlıktır.
İşte Kur’an, insanları bütün bu kemal sıfatlara sevk eder.
Kur’an nurundan mahrum görüşlerin ve sistemlerin kemal anlayışları çok sönük ve sınırlıdır. Dünyanın bütün kemallerinin ahiretteki tecelliler yanında gölge gibi zayıf kalacağı düşünülürse, istikamet yolundan sapanların sonu, ebedî bir hüsran ve asıllar âleminden ebediyen mahrumiyettir.
Kaldı ki, Kur’an talebeleri kalp ve ruhlarını kemale erdirme yanında dünyanın meşru zevklerinden, mevki ve makamlarından da faydalanırlar. Ama çok iyi bilirler ki, bütün bu kemaller rüya âlemindeki ihsanlara benzer.
Gerçek saadet ve kemal ise “Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.” (A’la Sûresi, 17) ayet-i kerimesiyle ve “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” hadis-i şerifiyle haber verilen ahiret âlemindedir.
Bilindiği gibi, her türlü terakki iki temele dayanır: Menfaati celp ve mazarratı def.
Bediüzzaman Hazretleri, “her zaman def’i şerrin celb-i nef’a racih olduğunu”, yani şerleri gidermenin, hayır elde etmekten daha önce geldiğini kaydeder.
Önce engeller ortadan kaldırılacak, sonra yol alınacaktır.
Bir menzile ulaşmak için atına binen kişinin yapacağı ilk iş atını gemlemek, zapt altına almak, onun başka yönlere gitmesini engellemektir. Bundan sonra sıra, atı koşturmaya gelir.
“Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.” Sözler
Bir risalede “nefsin insana binmesi yerine onun bir merkûbu (bineği) olarak insanı maksudu olan menzile götürmesi” gerektiği ders verilir.
Kur’an-ı Kerîm’de Yûsuf aleyhisselamın dilinden bize çok önemli bir mesaj verilmektedir:
“Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü, nefis şiddetle kötülüğü emreder.” (Yûsuf Sûresi, 53)
İşte kötülüğü emreden bu nefsi gemlemekle bağlamak, onun yanlış yöne gitmesini engellemek insanın manevî terakkisinin ilk adımı ve ön şartıdır. Ticarî hayatımızdan bir örnek verelim:
Bir tüccarın ilk işi, kendi nefsine haram kazanç yollarını kapatması, o nefse “zengin olacaksın ama faize, ihtikâra, yalana, aldatmaya girmemek şartıyla” diyerek yasak bölgeleri ve vazgeçilmez doğruları iyice belletmesidir. Bunu başaran tüccar, nefsini gemlemiş demektir.
Bundan sonra sıra, meşru kazanç için çalışmaya, gerekli sebeplere müracaat etmeye ve bu yolda olanca gücüyle çalışmaya gelir. Manevî ticaret ve zenginlik de buna benzer.
Bu konuda bütün maneviyat büyüklerinin takip ettikleri şaşmaz bir sıra vardır.
Şöyle ki:
- Önce bütün haramlar terk edilecektir.
- Sonra bütün şüphelilerden vazgeçilecektir.
- En sonunda da helal kazancı, mümkün olduğu kadar az tüketme, çok sadaka verme yoluna girilecektir. Yani, kazanılan mal ve servet sadece nefsin hazları için ölçüsüzce harcanmayacak, muhtaçların imdadına koşulacak, onlara bolca sadaka verilerek ahiret ticareti için önemli bir yatırım yapılacaktır.
Yıllar önce okuduğum, fakat kaynağını kesin olarak hatırlayamadığım bir yazı vardı. Buyruluyordu ki:
“Allah’ın o seçkin kulları, imanın hakkalyakîn mertebesine ererek Rablerine vasıl olduklarında, onlardan büyük kısmı o makamın zevkiyle kendilerinden geçerler ve ondan ayrılmak istemezler. Az bir kısmı ise yeniden insanların arasına dönmeyi tercih ederek derler ki: Biz bu nimetleri yalnız başımıza yemeyeceğiz.”
Dört büyük esasından birisi “şefkat” olan Nur hizmetinde bu ikinci mana kemaliyle hâkimdir. Sadece kendi nefsini kurtarmak değil, başkalarını da kurtarmaya çalışmak esastır. Nitekim, Yirmi İkinci Lem’a’da şöyle buyrulur:
“…Ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.”