Çocukluğumda, çevredeki diğer kadınlar gibi annem de zamanının önemli bir kısmını mutfakta geçirirdi. Elindeki bugüne nazaran kıt ancak doğal malzemeleri, adeta bir sanatçı titizliğinde su ve ateş ile işler, lezzetli hale getirirdi. O zamanın kadınları aynı annem gibi, bu yorucu ve zaman alıcı işlemleri sıradan bir iş gibi, üstelik hevesle ve ciddiyetle yapardı. Ateşin arıtıcı gücünden geçirerek, istekle ve samimiyetle bir tören edasında hazırladıkları o lezzetli yemeklere emeklerini ve sevgilerini katarlardı.
Bilge anneler
Beslenmemiz için hazırladığı o yemeklerin saatlerce bedenimizde kalarak organizmamızı değiştirdiğinden, canımızı, ruhumuzu beslediğinden, kimlik, karakter, dil ve aidiyet kazandırdığından haberleri yokmuş gibi davranırlar, alçak gönüllü bir tavırla işlerine devam ederlerdi. Şimdi hatırlayınca o bilge annelerin bu gayretlerine şaşırmamak elde değildir.
Günümüzde kadınların da mutfağın da fonksiyonu değişime uğradı. Artık kadınlar kamusal alanda aktif olarak yerlerini almaktaydılar ve mutfakta kaybedilecek zamanları yoktu. Hazır yemekler, konserveler ve fastfood neyimize yetmiyordu ki?
Kadın, Lenin’in söylediği şu gerekçelerle ev içindeki işlerini terk etti:
“Kadına düşen ev işi, diğer pek çok işten daha verimsiz, daha değersiz, daha zordur. Bu, kadın gelişiminin önünü açabilecek bir yoldan, herhangi bir işten mahrum eden akıl almaz bir bahtsızlıktır.”
Hayalin peşinde
Sadece kadınlar için değil, toplum için de öngörülen gerçek değişimin ve gelişimin ev dışında gerçekleşeceğine inanılıyordu. Giderek kadın evden koptu, mutfaktaki o üretken konumundan ayrıldı ve fabrikalarda, bürolarda, sokaklarda, atölyelerde çalışmaya başladı. Çarkın sıradan bir dişlisi haline gelmişti.
Kusursuz ev düzeni, pırıl pırıl giysiler, düzenli yemek saatleri, emekle hazırlanmış yemekler ve özenle yetiştirilmiş çocuklar artık yoktu. Bu ulvî görevler küçümseniyor, kadının değerini düşürdüğü kabul ediliyordu. Hayat, kadın için evin içinde değil dışında olmalıydı.
Halbuki kadının ev dışındaki mutsuzluğu ailesine, erkeğine ve çocuklarına da yansıyacağı bir gerçekti.
Mutfak kültürü vardı
Günümüz çocukları mutfakta özene bezene, zahmetle ve zevkle hazırlanmış sağlıklı yemeklerle büyümüyorlar maalesef. Doğduklarından beri dondurulmuş yiyecekler veya konserveye talim eden, halıya oturup televizyon seyrederken cips tipi bir şeyler atıştırarak midesini dolduran bir nesil söz konusu.
Bu nesil, mutfak kültürünü hiç yaşamadıklarından taze pişmiş fasulyenin, mis gibi kokan güvecin veya lezzetli bir sos kokusuyla dolu bir eve girmenin, taze yayık tereyağı sürülmüş sımsıcak bazlamanın; aileyle birlikte temiz bir sofra örtüsü üzerinde ailece yemek yemenin tadını bilmiyorlar.
Buz gibi soğuk ve karanlık kışın ortasında annelerinin yaptığı sıcacık yemeğin tadı ve kokusu hangi günümüz çocuğunun içini ısıtmakta, mutluluk ve huzur vermektedir acaba?
Mutfağın gücü
Mutfak aslında kutsal ve zevkli bir hizmettir. Her türlü yiyeceği kızartma, çırpma, soyma, ayıklama ve pişirme tekniğinde ustalaşmak; deneyimler kazanmak ve lezzetli yemekler yapmak gerçekte ailenin varlığına ve birliğine büyük katkıda bulunmak demektir.
Beslenme ve mutfak deyip geçmeyelim. Dinlerin hepsinde, kutsallık besinler yoluyla sunulur. Yaşamın günlük idamesinde şifrelenmiş beslenmenin derin anlamı, bir ölçüde sonsuzluğumuzla ilişkilidir. Yaşamak için beslenmek zorundayız. Yeme zevkinde ebedî hayatın ışıltısı vardır. Ama bu ışıltı sadece yeme işinde değil, besinleri hazırlama ve paylaşma seremonisinde de vardır. Masanın veya yer sergisinin etrafında gerçekleşen sofra geleneği, dinî anlamı da olan eski ve derin bir faaliyettir.
Ayrıca insanı, yediği şey, onu nasıl ve kiminle yediği tanımlar. Kişinin milliyeti, onun dünyaya geldiği yerden çok, çocukluğundan beri ona eşlik eden tatlar ve kokularla oluşur.
Toprağın cömertçe sunduğu ürünlerle, ürünlerin kimyasıyla ve organizmayla olan etkileriyle milliyetin yakın ilgisi vardır. Yediğimizin biyolojik bileşimleri bizim hücrelerimizin DNA’sının içine kadar işler ve onda çok içsel tatlar bırakır. Bilinçaltının en ücra köşelerine, hatıraların canlandığı yerlere kadar süzülür ve ebediyete kadar hafızada yer alır.
Bu yüzden ocak kardeşliği en güçlü kardeşliklerden biridir.
Hayatın tadı tuzu mutfakta
Aslında hepimize düşen görev şudur: Erkek ve kadın olarak terk ettiğimiz evimize ve mutfağımıza, birlikte yediğimiz soframıza sahip çıkmalıyız. Bu kez bilinçli olarak ailemize dönmeli, evimizi kutsamalı, onu yeniden hayatımızın merkezi haline getirmeliyiz. Çünkü toprakla, evrenle, kutsalla barışarak ve irtibatta olarak mutlu oluruz ancak.
Günümüzde yemek yemeye de, sofra başına da vakit ayıramaz olduk. Zamandan kısıtlayınca yemeklerdeki o esrarlı lezzet de gidiverdi. Halbuki önceden bunlar kutsal merasimler gibiydiler. Anlaşılan o ki, mutfağın hayatımızdaki yeri ve etkisi hiç de küçük değilmiş.
Kaynak:
Saklı lezzetler, Mutfağa Felsefî Bir Yaklaşım, Laura Esguivel, Can Yayınları, 2010.