TR EN

Dil Seçin

Ara

Ahiret Ticareti

“Muhakkak, Allah,

müminlerden nefislerini ve mallarını

cennet karşılığında satın aldı.”

(Tevbe suresi, 111)

 

Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar.” (Mektûbat)

Bir ayet-i kerimede, “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe, 111) buyruluyor.

Buna göre dünya, bir yönüyle ticaret yeridir.

Bütün mülk Allah’ındır. İnsan bu mülkte emaneten tasarruf etmektedir.

Öte yandan, Allah Resulü (asm) “Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyururlar. Bu tarlanın mahsulleri, öte âlemde, cennet yahut cehennem olarak tezahür edeceklerdir.

İnsana cüz’i irade verildiği için, dünya tarlasına dilediği şeyleri ekip biçmekte serbest bırakılmış. Keza, nefsini ve malını Allah’a satıp satmamakta da serbest bırakılmış.

Nefsini, yani ruhunu, bedenini ve bunlara takılı bütün maddî ve manevî cihazlarını Allah’a satan insan, çok farklı ekimler yapmakta ve bunlardan yine çok değişik mahsuller derlemekte, kazançlar elde etmektedir. Bir iki örnek verelim:

İnsanın bakışları bir sermayedir. İnsan bir ömür boyu, nazarını helâl yahut haram dairelerde dolaştırır. Her bakış bir ekimdir; cennet veya cehennem hesabına bir mahsul verir.

Konuşma ayrı bir sermayedir. Ağızdan çıkan her kelime bir tohum gibidir, ondan ya sevap çıkar, ya günah. Bunlar ise insana ya kâr getirirler, yahut zarar.

Düşünme bir başka sermayedir. Doğru fikirler büyük bir kâr kaynağı iken, yanlış düşünceler birer zarar menbaıdır.

Öte yandan, her bir hissimiz, “sevgimiz, nefretimiz, korkumuz, merakımız, gıptamız...” ayrı birer sevap yahut günah kaynağıdırlar.

Bütün bu saydıklarımız ayette geçen “nefis” kavramı içine giriyor.

“...Hakiki terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” (Sözler, 23. Söz)

Bunların dışında kalan ve haricî âlemde sahip olduğumuz “mallarımız, makamlarımız...” da ayrı birer kazanç yahut zarar kaynağıdırlar.

İşte insan, bütün bunları rıza çizgisinde kullandığı taktirde Allah’a satmış olur ve bu ticarette kendisine verilen kâr, Allah Resulünün “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de beşerin kalbine gelmemiş” diye tarif ettiği o eşsiz saadet menzili olan Cennettir.

Ayette çok önemli bir mesaj var: “Allah sadece müminlerin nefislerini ve mallarını satın alıyor.”

Şu var ki, müminin nefsini Allah’ın satın alması için o nefsin mümine yakışır bir nefis olması gerekir. Aynı şekilde müminin malı da “mümin malı” vasfını taşımalıdır.

Bir mümin nefsine ve şeytana uyarak birtakım gayr-ı İslâmî sıfatlar taşıyabiliyor; yalan söylemek, kumar oynamak gibi. Aynı şekilde, meşru olmayan mallar da edinebiliyor; faiz ve stokçulukla elde ettiği varlıklar gibi. İşte bunların hiçbiri cennet mukabili satın alınmayacaktır.

Ayette geçen “satın alma” kavramı ticareti hatırlattığı için konunun ticaret erbabına bakan yönü üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu hadis-i şerifte haber veriliyor. Her işte olduğu gibi ticarette de insan, öncelikle, kul olduğunu unutmayacak, bütün işlerini helâl dairesinde yapması gerektiğinden gaflet etmeyecektir. Aksi halde, bu fani dünyada elde edeceği cüzi bir kâra karşılık, ebedî hayatını tehlikeye atabilir.

Allah, insanı arza halife, kendisine muhatap, cennetine aday, iman, marifet ve muhabbete kabiliyetli müstesna bir mahluk olarak yaratmıştır. Bu büyük şerefe, zengin olsun fakir olsun, amir olsun memur olsun her insan mazhar olabilir. Görevini yerine getirip dünyadan iman ile göçen bütün müminlere “dünyadan daha geniş ve bâki bir mülk” ihsan edilecektir.

İnsan ticarî hayatında ne kadar başarılı olursa olsun bütün dünyaya sahip ve hâkim olamaz. İnsanın mülkünün, servetinin, makamının kâinattaki yeri ise görülmeyecek kadar küçüktür. Ticaret yaparken bu küçük servet ve makam uğruna o büyük ve sonsuz saltanatı kaybetmek akıl kârı değildir. Bir ticaret erbabı bu noktayı daima göz önünde bulundurmalı, her iki dünya saadetini birlikte elde etmenin yolunu tutmalıdır.

“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” (Şualar)

Her işte olduğu gibi ticarette de niyetin büyük bir önemi var. Ömrümüzden ve rahatımızdan fedakârlıklar yaparak elde ettiğimiz o servetin, ahirette boynumuza yük olmaması için dikkat etmemiz gereken çok önemli bir faktör “niyettir.”

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.” (Mesnevî-i Nuriye)

Ticarî hayatta insanın niyeti, en azından, “aile fertlerine helâl rızık yedirmek” olmalıdır.

Niyette bir ileri safha, zekât ibadetini yapabilecek bir servete sahip olmakla hem bu ibadeti yapma şerefine nail olmak, hem de Allah’ın kullarının maişetine yardımcı olmaktır.

Zekât, esasen, fakirin hakkı olarak zenginin uhdesinde bulunan bir maldır. Bunun verilmemesi bir hakkın gasp edilmesidir. Âlimlerimiz, zekâtın verilmesini sehavet, yani cömertlik saymazlar.

Bununla birlikte, zekât vermenin sevabı da hiçbir sadakayla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Çünkü zekât farzdır, onlar ise nafilelerdir. Binlerce nafile bir farzın yerini tutmaz.

Zekât en alt sınırdır. Burada kalmayıp sadakayı artırmakla hem daha çok sevap kazanmak, hem de fakir kulların yardımına daha fazla koşmak gerekir.