Büyük kafalar elbirliği etmişçesine küresel ekonomik krizin insanî zaaflardan, açgözlülük ve hırstan kaynaklandığı konusunda birleşiyorlar. Ekonomik dil ve istatistik görüntüleri arasında kaybolan bu gerçek, başta ekonomiye yön veren insanların işin ve ticaretin gerektirdiği ahlâkî arka planı yeniden hatırlamaları gerektiğini ihtar ediyor.
Ticaret erbabının karşısında birbiriyle ilgili ve biri diğerini doğuran altı büyük tehlike mevcut:
“Hırs”, “faiz”, “haset”, “kul hakkını çiğnemek”, “meşveretsiz hareket etmek”, “emaneti ehline vermemek.”
HIRS TEHLİKESİ
Birinci ve temel tehlike hırstır. Hırs, kanaatin zıddıdır. Kanaat, tevekkülle yakından ilgili bir kavramdır.
Bediüzzaman Hazretleri, “Semere-i sa’yine (çalışmasının neticesine) ve kısmetine rıza; kanaattir, meyl-i sa’yi (çalışma eğilimini) kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir (himmetsizliktir).” der.
Buna göre tevekkülü doğru değerlendirmek, başarı için gerekli şartları eksiksiz olarak yerine getirmek ve çıkacak sonuca da kanaat etmek gerekiyor. Mevcut imkânlarını yeterli bularak tembelce oturmak ise “himmetsizlik” olarak, “hamiyet zaafı” olarak nazara veriliyor.
Bu ölçüden saparak, “Mutlaka şu noktaya gelmeliyim, şunları ne pahasına olursa olsun elde etmeliyim.” diye hırs gösteren kişi, umduğunu bulamayınca, ruh âleminde birtakım manevî hastalıklara kapıyı açmış ve kadere itiraz için nefsine büyük bir fırsat vermiş olur. Bu tehlikeli yola giren kişi, hayalindeki neticeyi “olmazsa olmaz” bir hedef olarak belirleyince, şeytanın kendisini meşru olmayan yollara sevk etmesine de büyük bir prim vermiş olur.
FAİZ TEHLİKESİ
Ve artık bu hırslı adam, faiz tehlikesiyle karşı karşıyadır. Biraz sonra onunla el ele verecek, derken onunla kucaklaşacak ve bu büyük haramı rahatlıkla işleyecek kadar kalbi ve ruhu zafiyet gösterecektir.
Zekâtı, “sermayesini azaltan, rekabet gücünü zaafa uğratan ve hedefine ulaşmada ona engel olan” bir faktör olarak görmeye başlayacak ve İslâm’ın beş şartından biri olan bu büyük farizayı işlemekten uzaklaşacaktır.
Faiz alıp veren kimselerin o büyük hesap günündeki halleri Allah Kelâmında şöyle ifade ediliyor:
“Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar.” (Bakara, 275)
HASET TEHLİKESİ
Faiz gibi, temeli hırsa dayanan önemli bir tehlike de “hasettir.”
Haset, başkalarında olan servet, makam ve diğer imkânların ortadan kalkmasını, onların elinden alınmasını hırsla istemektir. Haset eden kişi, o nimetlere kendisinin kavuşmasını hiç nazara almadan, sadece rakibinden alınmasını arzu eder.
“Hasetle gıptanın farkı” da buradadır. Gıptada “rakibindeki imkânların kendisinde de olmasını istemek” esastır; “onun olduğu gibi, benim de olsun” mantığı hâkimdir. Hasette ise ‘’benim olup olmaması çok önemli değil, yeter ki onun olmasın” düşüncesi vardır.
Hasedin iki önemli zararı vardır: Birisi şahsın iç âlemini huzursuz kılması, diğeri de gıybete ve düşmanlığa yol açması.
“Hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)
“Gıybet; nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.” (Mektûbat) Burada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerini nakletmek isterim:
“Ümmetimden müflis (iflas etmiş kişi) odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından (sevaplarından) şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim)
KUL HAKKINI ÇİĞNEMEK
Kul hakkına riayet, bütün Müslümanların görevi olmakla birlikte bunun en fazla ihlâl edildiği saha, İslâmî esaslardan uzak olarak yapılan ticarettir.
Hırs ve rekabetle hisleri akıllarına ve vicdanlarına galip gelen kişiler kul olduklarını unutur ve Allah’ın kullarına haksızlık yapmaktan geri durmazlar. Karşılarındaki kişiler şahsî güç ve imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koyacak halde değillerse, onlara acımasızca zulmeder, haklarını çiğnerler. Halbuki, bu kişilerin Allah’ın kulları oldukları hatırlansa ve onlara yapılacak bir haksızlığın hesabının mutlaka sorulacağı dikkate alınsa nefisler dizginlenir, heveslere engel olunur ve zulüm ortadan kalkar.
İslâm’da kul hakkının özel bir yeri vardır. Samimiyetle tövbe eden bir kişinin bütün günahları affedilmekle birlikte kul hakkı bundan istisna tutulur. Kul hakkının affı, kulun kendisine bırakılmıştır. Şehitlik dahi kul hakkını ortadan kaldırmaz.
Hacca giden bir kişi, Arafat’tan indiğinde bütün günahları affedilir. Eğer bu konuda bir şüpheye düşse ve “Acaba günahlarım affedildi mi?” diye tereddüt geçirse büyük günah işlemiş sayılır. Bunun sadece iki istisnası vardır: Kul hakkı ve kaza namazı.
Her ikisinin de telafisi mümkündür. Biricisinde kulun hakkı ödenecek ve kendisinden helâllik alınacak, ikincisinde ise kılınmamış namazlar kaza edilecektir.
Kul hakkı ikiye ayrılıyor: Maddî ve manevî hukuk-u ibad.
Kişinin malına, servetine, makamına verilen zararlar onun maddî hukukunu çiğnemektir. Gıybetinin yapılması, iftira atılması, haset edilmesi, suizanda bulunulması gibi günahlar ise manevî hukuka tecavüzdür.
Devlet malından haksız yere menfaat elde etmek ise bütün bir milletin hukukuna tecavüzdür ve cezası da o nispette büyüktür.
ASR-I SAADET TEN İBRETLİ BİR TABLO
Sahabeden biri harpte öldürülen arkadaşının şehit olduğunu söyler. Bunun üzerine Allah Resulü müdahalede bulunur ve şöyle buyurur:
“Hayır! Ben onu ganimetten haksız yere aldığı cübbe veya abaya bürünmüş olduğu halde cehennemde gördüm.”
Devlet malını gasp ederek kısa zamanda zengin olanlara bazılarının heveslendiklerine ve “Adam işini becerdi, köşeyi döndü.” gibi sözlerle bir bakıma onları takdir ettiklerine şahit oluruz. Burada dikkate alınmayan önemli bir nokta var:
Kazanılan bir menfaat, kişinin ruhunu alçaltıyorsa, kalbini yaralıyor, vicdanını bozuyorsa, imanına ve ahiretine zarar veriyorsa bu zehirli menfaate heveslenmek akıl kârı değildir.
Bir mağazayı soyanlar, ceplerine bir şeyler koyarlar ama ruhları “hırsız” damgasını yer. Dışarıdan bakanlar o ruhların perişan halini görmezler de ceplerinin kabarıklığına ilgi duyarlar.
Eli bombalı anarşist gençlerin silahlarına el koyup, kendilerine en lüks elbiseler giydirirseniz, bu defa karşınıza ihaleye fesat karıştıran bir “hırsız şebekesi” çıkar. Kalpleri bozulmamış kişiler, o birincilerden nasıl nefret ediyorlarsa, bu ikincilerden de en az o kadar nefret ederler.
TİCARETTE BAŞARININ ÜÇ TEMEL UNSURU
Bediüzzaman Hazretleri terakki ve asayişin üç mühim esasını şöylece tespit eder:
“Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesailerin tanzimine ve mabeynlerindeki (aralarındaki) emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.” (Lem’alar)
“Terakkiyat”, terakkinin çoğuludur. Ticaretteki terakki de bunun bir şubesidir ve bu üç esas ticarî hayatımız için de aynen geçerlidir.
“Mesailerin tanziminin” en güzel örneği kendi vücudumuzdadır; büyük örneği ise kâinatta.
Her organın belli özellikleri ve bununla başaracağı belli işler vardır. Bunlar İlâhî taktirle tayin edilmiştir.
Toplu olarak icra ettiğimiz bütün işlerde mesai tanzimi ön plâna çıkar. Ancak, kişiler, çoğu zaman, kendi kapasitelerini tam tespit edemez, his ve hevesin karışmasıyla, güçlerinin çok ötesindeki görevlere talip olurlar.
Bunu engellemenin yolu, meşverettir. Herkesin kapasitesi test edildikten sonra meşveretle görev taksimi yapılır. Bu iş ne kişilerin kendi heveslerine bırakılır, ne de şirket yetkililerinin münferit kanaatlerine.
Bir kişinin fikri ve tedbiri her konuda yeterli olmayabilir. Tek çıkar yol meselelerin ihtisas sahibi ehil kişilerle meşveret edilmesidir.
“Aralarındaki emniyetin tesisi” şartı, özellikle şirketleşmelerde büyük önem kazanır. Bu emniyetin olmadığı ortamlarda, sermayeler birleşmez, herkes kendi gücüne göre yol alır. Kazanç asgarî seviyede kalır ve herkes “kârdan zarar” eder.
“Teavün (yardımlaşma) düsturu” her sahada gerekli olmakla birlikte, bunu “zor durumda olan şirketlerin yardımına koşma” şeklinde anlamamız, ticarî noktada, daha yerinde olur.