TR EN

Dil Seçin

Ara

BAB’AZİZ / “Ölüm, sonsuzlukla düğünümüzdür!”

Yönetmen Nacer Khemir: ‘’Bu film bir sorudan çıktı aslında: Babanız, yanınızda yere düşse ve yüzü çamurlansa ne yaparsınız? Ben olamasam bile benim babam tam bir Müslüman’dı ve şu sıralar onun yüzüne (dinine) çamur çalınıyor durmadan. Ben bu filmle babamın yüzünü silmeye, temizlemeye çalıştım. İslam’ın batı tarafından sunulan yüzünü değil, bilinmeyen, es geçilen ve unutturulan yüzünü göstermeye çalıştım.’’

 

Sokrates’in öğrencisi, Aristo’nun hocası olan Eflatun (Platon) batı felsefesinin ilk noktası ve kurucusu sayılır. Bu düşünce ustası öğrencileri ile oturmuş gerçeğe dair sohbet ederken gerçek olmayan her şeyin yalan olmak zorunda olmayacağını anlatır. Biliyorum biraz karmaşık gibi görünüyor ama elimizde buna enfes bir örnek vardır; Şark Masalları. Gerçek değildirler, ama yalan olduğunu da kimse iddia edemez.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Risaleler’de, özellikle Küçük Sözler denilen risalesinde bir anlatım tekniği vardır. Teknik ve anlatım tarzı ile sinematografiye şahane birer örnek olabilecek olan bu kitapçıkta hakikatler anlatılırken ‘öyküleme tekniği’ kullanılır. Bediüzzaman imana dair hakikatleri asrın idrakine göre ele alırken her biri çarpıcı bir yol hikâyesi şeklinde özetlenebilecek ibretli örneklemelere başvurur.

Nacer Khemir Tunus-Kurtuba’lı bir sinemacıdır. Bugünlerde artık 60 yaşına yaklaşan sanatçının yönetmenlik geçmişinde çektiği film sayısı sadece 3’tür. Ancak bu sayısal azlık filmlerinin değerini düşürmez. Aksine anlattığı hikâyelerin her biri başlı başına bir şaheserdir. Sinemayı salt görüntü yahut, müzik ya da sözden ibaret görmeyen bu usta yönetmen, filmlerinde öylesine üç boyutlu bir derinlik yakalamıştır ki, bir gün gerçek sinemanın tartışıldığı günler gelirse eğer-zannederim-Khemir’in filmleri en baş köşeye kurulacaktır.

Beyazperdenin masal anlatma ustası olan Tunus’lu yönetmenin ilk filmi olan 1986 yapımı ‘Les baliseurs du dÊsert – Çöl Gezginleri’ Tunus’un uçsuz bucaksız çöllerinde izbe bir köye sürgün edilen idealist bir öğretmenin fonunda bir toplumun tevekkül ve küçük şeylerle imtihanını anlatır.

Ustanın ikinci filmi 1991 yapımı ‘Le collier perdu de la colombe – Güvercinin Kayıp Kolyesi’ ise yine bir çöl köyünde bir medresede dinî ve dünyevî ilmi aynı anda vermeyi hedefleyen bir hocanın fonunda çöl insanlarının aşk ve ‘doğru yol’ üzerine çarpıcı hikâyesi vardır.

Nacer Khemir’in son filmi ise 2005 yapımı olan bir şaheser: Bab’Aziz...

Filmi izleyince son derece net anlaşılıyor ki, Khemir aslında bu son filmi için diğer iki filmi kameraya almış. Anlattığı hikâyeden karakterlere, her biri muhteşem bir tabiat tablosu olan resimlerinden müziğe, olağanüstü oyunculuklardan akıllara durgunluk veren diyaloglara kusursuz bir film Bab’Aziz.

Değerlendirmeye geçmeden önce filmin konusu hakkında birkaç cümle yazmak lazım sanırım: Bab’Aziz (Günümüz Türkçesiyle bu kelimenin karşılığı ne yazık ki yok. Belki ‘Bilge Dede’ demek en doğrusu.) ve şirin mi şirin, cingöz mü cingöz torunu Ishtar bir çöl yolculuğundadırlar. Küçük torun meseleleri çok kavrayamasa da dedesinin derinliğini hissetmektedir. Dedesinin söylediğine göre tüm dervişlerin bir araya geleceği, nadir olarak tertip edilen bir sufiler toplantısına gidiyorlardır. Ama ne yön bellidir, ne de ne zaman yetişeceklerine dair bir fikir. Sadece yürümektedirler. Dede yol boyunca torununa çarpıcı masallar anlatırken, karşılaştıkları insanların her birinin ilginç hikâyesi vardır.

Yönetmen çok basit ve sade bir yol hikâyesinden evrenin ve dünyanın anlamını damıtmış aslında. Film 2006 yılında İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmişti. Gösterim sırasında, filmi hakkında bir de konuşma yapan yönetmen şunları söylemişti: ‘’Bu film bir sorudan çıktı aslında: Babanız, yanınızda yere düşse ve yüzü çamurlansa ne yaparsınız? Ben olamasam bile benim babam tam bir Müslüman’dı ve şu sıralar onun yüzüne (dinine) çamur çalınıyor durmadan. Ben bu filmle babamın yüzünü silmeye, temizlemeye çalıştım. İslam’ın batı tarafından sunulan yüzünü değil, bilinmeyen, es geçilen ve unutturulan yüzünü göstermeye çalıştım.’’

Ne muazzam bir duruş, ne görkemli bir mantık ne saygı duyulacak bir yaklaşımdır bu! Nitekim öyle de oluyor... Bab’Aziz filmi ilk karesinden finale kadar her zerresinde İslâm’ın, imanın ve erdemin güzelliklerini görsel bir tokat gibi yüzümüze yüzümüze indiriyor. Filmi izlerken sersemleşmemek elde değil.

Besmele ile açılan film âyet-i kerimelerin muhteşem tilaveti ile bizi büyülü bir çöl atmosferine götürürken epigraf ile zihnimize ilk çiviyi çakıyor: ‘’Dünyadaki ruhlar kadar Allah’a giden yol vardır!’’

Gazali ve İmam-ı Rabbani’den yola çıkılarak yazılan ilk diyaloglar öncesinde gecenin karanlığında çölde bir siluet belirir; bir çoban siluetidir bu. Ve bir kız topraktan diri diri çıkar. Kız çocuklarını toprağa diri diri gömen cahiliyeye yapılan bu göndermeden sonra secde halinde kum altında kalan bilge dede de çıkınca karşılıklı konuşmalarla filmi o muhteşem atmosferine gireriz. Kız der; ‘’dedeciğim tek başımıza bu çölde yolumuzu nasıl bulacağız, ya kaybolursak?’’ Bilge dede son derece rahat cevap verir; ‘’İnancı olan kişi asla kaybolmaz küçük meleğim!’’

Kum metaforundan her kahramandaki bir zaaf ile aslında hakka ve hakikate giden bir yol olduğunu insan beynini uyuştururcasına bize gösteren film, gerçek ile hayalin, hakikat ile masalın iç içe geçirilmiş bir kanaviçesi adeta. Üstelik tüm hikâye bir yandan akarken diğer yandan da insanı alıp başka boyutlara taşıyan bir müzik, birer tablo güzelliğindeki çerçeveler ve bir hikmet akademisinden damıtılmış gibi duran replikler bize eşlik ediyor.

Hiç âdetim değildir ama finale yakın bölümdeki şu diyaloğu da size aktararak nasıl bir film ile karşı karşıya olduğumuzu fark etmenizi rica ediyorum:

‘’Hassan... Seni bekliyordum.’’

‘’Beni mi bekliyordun?’’

‘’Ölümüme şahit olman için.’’

‘’Neden ben? Ben ölümden çok korkarım...’’

‘’Biliyorum. Anne karnında karanlıktaki bebeğe denseydi ki: ‘Dışarıda aydınlık bir dünya var, yüksek dağlarla dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü ve alevli güneşi olan... Ve sen, bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun...’ Doğmamış çocuk, bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için, hiçbirine inanmayacaktır. Tıpkı ölümü karşılarken bizim gibi. İşte bu yüzden korkarız. Ölüm nasıl olur da son olur Hassan oğlum, benim düğün gecemde mutsuz olma. Sonsuzlukla olan evliliğimin artık zamanı geldi.’’

Filmin sonunda yönetmen, diyaloglarını Mevlâna, Fahrettin-i Attar, İbn-i Arabi ve İbn-i Ferid gibi İslâm düşünürlerinden aldığını söylüyor. Biz anlıyoruz ki, hakiki anlamda sinema yapılacaksa böyle bir şey olmalı...

Nacer Khemir bize bir masal anlatıyor beyazperdede; gerçek olmayan ama doğrunun ta kendisi olan!