TR EN

Dil Seçin

Ara

Beden Ötesi: İnsanın Gerçek Mahiyeti

Geçtiğimiz asır, biyolojik bilimlerde büyük gelişmelere sahne oldu ve biyoteknoloji bugün küresel ekonominin önemli lokomotiflerinden biri haline geldi.

Peki kendini davranışlarla gösteren insan ruhu için aynı parlak tabloyu çizebiliyor muyuz?

 

Yirminci yüzyılda bilimdeki büyük gelişmelere ve içinde bulunduğumuz zaman dilimine bilgi çağı denmesine rağmen, insan bir muamma olmaya devam etmektedir. İnsanların geçmiş davranışlarını anlamak ve gelecek davranışlarını öngörmenin yolu, insanı ve adeta büyük bir insan olan toplumu anlamaktan geçer. Bireylerin ve toplumların tepkileri öngörülenden ciddi farklılık arz ediyor ve bizi şaşırtmaya devam ediyorsa, bu bizim insan ve insan topluluklarını tanımaktan hala çok uzak olduğumuzu gösterir. Tıpta nasıl teşhis yanlış veya eksik olunca tedavi bir fayda sağlamıyor ve hastaların dertlerine bir çare bulunamıyorsa, özel ve sosyal hayatta da insanı yeterince tanımadan bireysel ve toplumsal problemleri çözmek mümkün değildir.

O yüzden insan ve toplumların problemlerini çözmek ve onlara kalıcı huzur ve saadet sağlamanın başlangıç noktası insanının mahiyetini doğru anlamak olmalıdır. Yoksa önerilen tüm çözümler ve yazılan reçeteler faydasız kalacaktır ve hayal kırıklığı devam edecektir.

Geçtiğimiz asır biyolojik bilimlerde büyük gelişmelere sahne oldu ve biyoteknoloji bugün küresel ekonominin önemli lokomotiflerinden biri haline geldi. Bunun sonucu olarak artık insan bedenini çok daha iyi tanıyor ve rahatsızlıklarını çok daha iyi teşhis ve tedavi edebiliyoruz. Hatta laboratuvarlarda bireylerin kendi genetik yapılarına uygun doku ve organların imal edilebileceği günler pek de uzak değildir.

Ama kendini davranışlarla gösteren insan ruhu için aynı parlak tabloyu çizmemiz hiç mümkün görülmüyor. Yani insanın bedeni veya maddî yapısı ile ilgili bilimler hızla gelişip parlak bir gelecek tablosu çizerlerken, insanın ruhu veya manevî yapısı ile ilgili bilimler bu gelişmeleri geriden takip etmişlerdir.

Bu manzara bile açıkça göstermektedir ki, insanın manevî yapısı ile ilgili mevcut bilgiler büyük oranda eksik, yetersiz ve hatta geçersizdir. Yapılması gereken ilk şey insanın mahiyetini kemikleşmiş önyargılardan ve ezberlerden arındırarak doğru anlamaya çalışmaktır. Bunu da müspet bilimin kaynağı olan gözlemlere dayanarak yapmalı ve bu konuda keskin bakışlı düşünürlerin akıl süzgecinden geçmiş fikirlerinden istifade etmelidir.

Çağımızın temel problemi madde bağımlılığıdır ve temel yanılgısı da herşeyin kaynağının madde olduğu önyargısıdır.

Mevcut bilimsel yaklaşımın da temelini oluşturan bu maddecilik fikri bilimden ziyade bir inanç ve ideolojidir. İnsanı temelde bir madde külçesi olarak gören ve hal, hareket ve hislerinin kaynağını maddenin etkileşimlerinin tezahürlerinde arayan bir yaklaşım, insanı anlamaktan uzaktır. İnsanı bir tesadüfler zinciri sonucu evrimleşerek teşekkül eden gelişkin bir hayvan türü olarak gören ve üzerine “bilimsel” kılıfı geçirerek koruma altına alınan bir bakış açısının da insanlığa sunabileceği pek bir şey yoktur. İnsanın bir hayvan türü olarak görüldüğü bir platformda insanlığın ulaşabileceği en yüksek nokta, “mutlu hayvan” noktasıdır. Bu da bedenin sağlıklı ve rahat olduğu, tüm ihtiyaçlarının giderildiği ve arzu edilen herşeye mümkün olduğunca ulaşıldığı bir duruma karşılık gelir. Bu mutluluk reçetesinin insanlar için ne derece geçerli olduğu tartışmalara açıktır.

Beden olarak bakıldığında insan ile hayvan arasında gerçekten de fazla bir fark yoktur. Hayvana nispeten insan çok daha zekidir, birlikte yaşamaya muhtaçtır ve ihtiyaçlarını birbiriyle alış-veriş yaparak karşılar. O yüzden insanlar genellikle “akıllı hayvan”, “sosyal hayvan” ve “ekonomik hayvan” olarak tanımlanmışlardır. İnsanların hayvanlardan dikkat çekici diğer bir farkı da alet kullanması, ve bir şey yapmaya başlamadan önce gerekli tüm malzemeleri bir araya getirmesidir ki bu da hayal gücünü gösterir.

Ancak insan ile hayvan arasındaki farklar bunlarla sınırlı değildir. Mesela insan geçmiş ve gelecek ile yakından ilgilidir, ve idraki yani anlayış ve algılayışı tüm zamanları kapsayacak genişliktedir. Bedenen bulunduğu yerde, içinde olduğu ânı yaşarken; hayalen, aklen ve kalben tüm zaman ve zeminlerde gezebilir, geçmiş ve gelecekten elem ve zevk alabilir, ve adeta ruhen çok geniş bir zaman diliminde yaşayabilir.

O yüzden bedenen cennet gibi bir hayat yaşıyorken geçmişten gelen elemler ve gelecekten gelen korkularla, hayvandan farklı olarak, ruhen cehennem azabı çekiyor olabilir. Veya kendisi her bakımdan rahat ve mutlu iken empati ile başka insanların, bilhassa yakınlarının, ıstırabı hazır keyfini kaçırır ve onların acısıyla gözyaşı döker.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İnsan, herbir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan her zîhayatın saadeti ile saidleşir ve elemleri ile müteessir olur... Annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur.” (29. Lem’a, 2. Bab) Hayvanlar ise—şefkat hissiyle donandıkları annelik dönemleri hariç—acı içindeki hemcinsleriyle hemhal olmazlar ve hayatları normal seyrinde devam eder.

Maddesi itibariyle, dünya, evren içinde ve insan da dünya içinde bir nokta bile değildir. Yani insanın beden olarak varlığı ancak nokta içindeki bir noktadan ibarettir. Ama mânâsı yani ruhu itibariyle ve akıl, hayal, kalp ve istidat gibi herşeyi kuşatan manevî uzuv ve histeriyle öyle bir büyüklüğü vardır ki, koca dünya hayalinde bir nokta gibi kalır. İnsanın manevî uzuvlarıyla aldığı lezzetler de elemler de—gelişmişliklerine bağlı olarak—bu büyüklükleriyle orantılıdır.

İnsan ite hayvan arasındaki farkın büyüklüğü de maddede değil mânâdadır. Bediüzzaman’ın ifadesi ite, “insanın her ferdi, birer nev’ gibidir. Zira nur-u fikir onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki; bütün ezmanı [zamanları] yutsa tok olmaz. Sair enva’ın efradlarının mahiyeti, kıymeti, nazarı, kemali, lezzeti, elemi ise cüzi ve şahsî ve mahdud ve mahsur ve ânidir. Beşerin ise ulvî, küllî, sermedîdir. ” (Muhakemat, 1. Maksat)

Maddî uzuv veya organ olarak insanlar arasında pek bir fark yoktur ve hepsi adeta birbirinin aynıdır. Kişilerin boy ve kiloları bir miktar farklılık arzetse de bir insanın kıymeti ve hayattan aldığı lezzet ve elemlerin büyüklüğünün bedeninin büyüklüğü ile pek fazla bir alakası yoktur.

Birisi için “büyük insan” dendiği zaman herhalde akla kişinin boy veya kilosunun büyüklüğü gelmez. Manevî uzuvlar açısından ise iki insan arasındaki fark dünyalar kadar büyük olabilir. Mesela yavrusu için hayatını tehlikeye atan bir anne şefkat kahramanı olarak göklere çıkarılırken, masum bir yavruyu öldüren bir kişi de canavar olarak yerin dibine indirilir. Bilimle uğraşıp aklen yücelen insanlar baş tacı edilirken, geniş halk kitleleri vasat insan muamelesi görürler. Bir insan yüksek ahlakî değerleriyle adeta ilaç gibi topluma şifa olurken, bir diğeri hırs ve gadabıyla insanlığa zehir olabilir.

Kısacası iki insan arasındaki fark iki hayvan türü arasındaki farktan çok daha fazla olabilir ve bu fark maddede değil tamamen mânâda yani ruhtadır.

İnsan ile hayvan arasındaki en çarpıcı fark, sahip oldukları midelerin sayısındadır. Hayvanlarda bir, insanlarda ise birçok mide vardır. Acıktığımız zaman yediklerimizi öğüten hepimizin bildiği maddî mide, insanlarda da hayvanlarda da esas olarak aynıdır. Bu maddî midenin gıdası, yeryüzünü adeta müstesna bir sofraya çeviren envaiçeşit yiyeceklerdir.

İnsanlardaki diğer mideler, insan olmakla ilgilidir, ve hepsi madde dışı yani manevîdir. Mesela akıl bir midedir, ve gıdası bilgidir. Sevme hissi bir midedir, gıdası sevgidir. Cömertlik veya ikram hissi bir midedir, ve gıdası ikram etmek veya edilmektir. Maddî veya manevî tüm mideler beslendikçe büyür, aç kaldıkça da cılızlaşır. Tüm midelerin açlıkları azap, doymaları ise hazdır.

Bildiğimiz mideden beslenen maddî uzuvların büyümelerinde bir sınır vardır. Ama manevî uzuvlar için böyle bir sınır söz konusu değildir. Bazen hırs veya düşmanlık gibi tek bir his o kadar gelişir ve kök salar ki, adeta tüm insana hükmeder. Bedendeki maddî uzuvların hepsi iyidir ve bir faydaya yöneliktir. İstidat ve kabiliyet tohumları olarak insan fıtratına ekilen manevî uzuvlar için de iyilik esastır. Fakat bunların terbiyesi insanın iradesine tabidir, ve bunlardan hangileri sulanıp beslenirse ancak onlar gelişir. Diğerleri kuru bir tohum gibi uyumaya devam eder. Hatta suiistimal edilip yanlış yönlendirilirse zehirli meyveler verir.

İnsan bedeni bir bahçenin toprağı gibidir. Bahçenin kıymeti toprağından ziyade üzerinde büyüyen bitkilerin kıymeti ile orantılıdır.