TR EN

Dil Seçin

Ara

Sinema, Sadece Sinema Değildir!..

Sinema, Sadece Sinema Değildir!..

TV’nin icadından sonra ölmesi beklenen sinema, perdelerini renklendirerek ve üst düzey ses sistemlerini icat ederek seyircinin ilgisini çekmeye devam etti. Günümüzde sinemadaki teknik üstünlük, evlere sinema seti olarak transfer edilmesine rağmen sinema salonları seyircisini kaybetmedi. Çünkü sinema da tıpkı tiyatro gibi bir kültür haline gelmiş durumda. 3D, VR (Artırılmış Gerçeklik) teknolojisiyle de biraz daha ömrünü uzatacağı kesin. Pandemi sürecinde evlere kapanan insanlığa dijital platformdan ulaşmaya devam etti. Aslında sinema salonları, TV ekranları ve dijital mecrada yayınlanan her türlü film, sinema sanatının ürünüdür ve bu yayın araçlarının arasındaki rekabet her zaman sinema filmlerinin lehine gelişmektedir. Çünkü üretilen filmler sonuç olarak bu mecralardan herhangi birinde yayınlanmaktadır. 

Televizyon tek taraflı bir iletişim aracıdır ve insanı fiziksel olarak da etkileyebilir. Burada TV karşısında uzun süre hareketsiz oturmaktan kaynaklanan şişmanlık veya ekrana çok bakmanın getirdiği göz bozukluklarından bahsetmiyoruz. Örneğin televizyonda çıkan bir diş macunu reklamındaki sırıtış veya herhangi bir dramatize edilmiş sahnede yakın plan çekilmiş gülümseyen bir insan görüntüsüne bakan izleyicinin de—normal bir zamanda—elinde olmadan, istemsiz bir şekilde gülümsediğini görebilirsiniz. Bu fiziksel etkinin dışında televizyon, propaganda gücüyle istediği kavramı ve kişiyi insanların zihinlerinde, istediği algılama biçimine uygun olarak oluşturmaya veya var olan zihinsel imajları etkileyerek değiştirmeye çalışır. Bu yönüyle dini açıdan iyi ve kötü olan değerleri yeniden kategorize eden bir meşrulaştırma aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir nevi elektronik uyuşturucu işlevi gören televizyon karşısında gittikçe atomize olan bireyler ancak farklı bilgi kanallarının sayesinde kendi hayatları hakkında karar verip yaşam biçimlerini ve düşünce dünyalarını düzenleyebilmektedir.

Televizyon yayıncılığının pahalı bir araç olduğu düşünülürse egemen güçlerce kendi çıkarları doğrultusunda rahatlıkla kullanılabileceği de anlaşılabilir. Fakat bu mecra ağ toplumunun yükselişiyle internet, cep telefonu gibi—hazırlanan içeriklerin üretimi ve yayınlanması açısından—daha ucuz olan mobil araçlara kaymaya başlamıştır.

Televizyonun doğası McLuhan’ın “Mesaj aracın bizzat kendisidir” sözüyle değerlendirilebilir. Televizyon dikte edicidir ve bireyleri etkilemek üzere kurulmuştur. Tek yönlüdür. Televizyonun üçüncü bir ebeveyn olarak çocuklar üzerinde olumsuz etkisi ise tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Uzun bir süre yeni anne-baba, yeni öğretmen TV olmuştur.

Sinema, televizyondan daha eski bir araç. İnsanlığın sinemayı niçin icad ettiği sorusuna verilen en ilgi çekici cevaplardan birisi ünlü Fransız sinema kuramcısı Andre Bazin’den gelmiştir. Andre Bazin’e göre “İnsan ölümsüzlüğün ardında olduğu için gerçeğin benzerini yaratmaya çalışıyor” ve portre, modeli anımsamamıza yardım ettiğine, onu ikinci bir ölümden kurtardığına inanıldığı için yapılıyor. (BÜKER, 1989) 

İnsandaki sonsuzluk arzusu fıtri bir arzudur. Nitekim şeytan da Hz. Adem’i “…Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.” (Araf Suresi, 20) düşüncesiyle kandırmıştır. 

Bu sonsuzluk arzusu insanlığın sanatsal üretiminde ana motor olmuştur. Fakat sadece bu unutulmama arzusu değil, hakikate ulaşma, benliğinden veya kâinattan yola çıkarak gerçeği arama macerasında kilise resimlerinden tutun filmsel üretimlere kadar birçok gösterge, insanlığın manevi ve mistik duyguları tatmasında rehber olmuştur. Batı sineması, kilise gravürlerinden İncil kıssalarına kadar birçok ilham kaynağını sinema diliyle sunmuştur. Örneğin bol Oscarlı Ben-Hur filmi. Bir Hristiyanlık sitesinde şöyle bahseder bu filmden: “Birçoğumuz, 1959 yapımı olan, Charlton Heston’ın başrolünü oynadığı üç buçuk saatlik, birçok Oskar ödülüne sahip Ben-Hur filmini ve özellikle de at yarışı sahnelerini hatırlarız. Bu epik yapım, çok uzun zamanda ve çok zahmetlerle çekilmiş, pahalı bir prodüksiyondu. Yapımcısına çok ödül ve kazanç getiren bu filmin tekrar çekilmesi, herhalde kimseyi pek şaşırtmamıştır. İlk prodüksiyonda birçok kazalar olmuştu. … 1959 orijinal yapımı seyredenlerin hiç unutmadıkları sahnelerden biri, hiç kuşkusuz İsa Mesih’in çarmıh sahneleri ve filmin sonundaki Mesih’in, Ben-Hur’un annesini ve kız kardeşini cüzzamdan iyileştirilmesi sahneleridir.” (Bu arada Ben-Hur’un 2016 yılında yeniden çekimi yapılmış, ABD basınında yine İncil kıssalarından ilham alınan sahnelerin var olduğu dile getirilmiştir.)

Ya da sinemada kült bir film olan ünlü yönetmen Bergman’ın “The Seventh Seal” (7. Mühür) ölümle satranç oynama sahnesi ve bu sahneye ilham veren Stockholm kentinin yakınındaki Taby Kilisesindeki resim gibi.

“İsveç’li Ortaçağ ressamı Albertus Pictor tarafından 1480-1490 yılları arasında duvara yapılan bu resim, dünyanın en ünlü yönetmenlerinden birisi sayılan İngmar Bergman’a, yine dünyanın en iyi filmleri arasında ilk sıralarda gösterilen 1957 yılı yapımı “The Seventh Seal” filmi için ilham vermiştir.

Dünyadaki sinema salonlarını ve TV ekranlarını adeta işgal eden Amerikan sinemasının ortaya koyduğu dil ve imajinasyon aşılamaz olarak görülüyordu. Amerika, köklü bir maziye sahip olmadığı için kendi kültürel değerlerini kendisi üretmek zorunda kalmış ve bu üretimi teşvik eden durum, tüm dünyaya ihraç ettiği film sayısındaki artışa da yansımış durumdaydı. Fakat 11 Eylül saldırıları Amerikan ve Batı sineması için bir dönüm noktası oldu. Amerikan sineması büyüleyici atmosferini kaybetti ve saldırgan bir ülke imajından dolayı kalite ve dil açısından seviyesini korusa da izleyenler açısından eskisi kadar etkileyici dramalar, yapımlar ortaya koyamadı. Tüm bunlara rağmen Sinema ve TV alanındaki liderliğini bırakmamış durumdadır. Bu açığını devşirme usulüyle dünyanın değişik yerlerinden topladığı hikâyeler, sanatçılar ve yönetmenlerle doldurmaya çalışmaktadır.

Çağımız işgallerin ve ideolojik taarruzların, kültür yoluyla yapıldığı bir çağ. Bu işgalde en büyük pay da sinemaya düşmektedir. Çünkü algı oluşturmak, toplumları yönlendirip şekillendirmek sinema ile çok daha kolay ve etkili olmaktadır.  Rivayet o ki dönemin ABD Başkanı George Bush’un 1991’de Türkiye ziyaretinde Başbakan Turgut Özal’ dan tek isteği vardı; o da Hollywood filmlerinin Türkiye’ye serbest girişi… Ve böylece 30 yıl gibi kısa bir sürede Türkiye’nin kültürel işgali bu filmler eliyle sağlandı. Siyonizm’in kontrolündeki Hollywood, kültürel işgal aracı olmanın yanı sıra vahşi kapitalizmin de en büyük kalelerinde biri.

Amerika’nın silah satışlarından sonra en büyük gelir kaynağının Hollywood yapımlarının olması bunun bir göstergesi.

Sinemanın bu büyük etkisinden dolayı, her ideoloji ve her ülke yönetimi kendi düşüncesini empoze etmeye çalışıyor.

Fikir, her hareketin ve aksiyonun temelidir. Sinemada ve TV dizilerinde de fikir senaryo yoluyla oluşturulur ve ekranlara dökülür. Bize göre artık teknik gelişmeler dünyanın en ücra ucuna kadar ulaşmış ve film üretim araçlarının ucuzluğu sayesinde köyde yaşayan insanlar bile film çekebilecek konuma gelmiştir.

Pandemi süreciyle tescillenen bir durum var. Artık eğitim sadece okullarda verilmiyor ve bilgiye tek kavuşulan mekânlar da okullar değil. Üçüncü ebeveyn, artık sinema ve internet.

Bu alanda alternatif üretimler devam etmektedir. İslami değerlere saygılı bir sinema için filmler çekilmektedir. Tüm dünya çapında etkileyici yapımların oluşması en büyük arzumuzdur. Sinema bir dildir. Gerek senaryoların yazımında dramatik çatının ustaca kurulması, gerekse çekim aşamasında gerçekleştirilen kamera açıları, ses kullanımı gibi hususlar bir filmin dilini, biçimini ortaya koyar. Özellikle dramatik film çekeceklerin sinema dilini de bilmesi gerekir.

Bir insan nasıl İngilizceyi iyi bilmeden bir İngiliz’e İslamiyet’i anlatamazsa sinema dilini bilmeyen bir yönetmenin de İslamiyet’i doğru düzgün anlatması beklenemez. 

İzlediğimiz filmlerin kültürel anlamda aşılayıcı özellikleri olduğunu unutmamalıyız. Bu yüzden de sinema asla sadece sinema değildir.