1974’te Ceylanpınar’da konferans verecektim. Urfa’dan yola çıktık, bitmez, tükenmez bir ova. Toprak verimli mi verimli... Çekirdek düşse yeşerecek. Fakat yeteri kadar işlenmemiş, halk fakir, evler ihmalin her türlüsünü haykırıyor.
O zamanlar Doğu’da konferans falan vermeye kalktın mı, emniyet seferber olur, polisten, jandarmadan izin aldırılır, konferansçı yakın takibe alınır. Bunların hepsi normal çünkü devlet, olup bitenden haberdar olmalıdır. Fakat aynı şeyi batıda görmek mümkün değil.
Ceylanpınar’a gittik, üç sınıflı bir ilkokulun, küçük bir odasında konferans vermem istendi, izin bu kadar.
İyi amma buraya girse girse 20-30 kişi girebilir, halbuki Ceylanpınarlılar ayağa kalkmış, konferans dinleyecek.
İlkbaharın sıcak, güneşli, çiçekli bir günü. İlçe meydanında konuşmak istedim.
“Asla! Emir var, mutlaka kapalı yerde konuşulacak...”
Pencereden baktım, dışarısı tıklım tıklım dolu, çoğu da kadın.
Kürt hanımların ekserisi Türkçe bilmez; bunun için beni çağıran arkadaşıma sordum:
“Hocam, bunlar beni anlayamaz, ayrıca dışarıya hoparlör de konulmamış. Niçin toplandılar?”
“Gözen kurban, bilmişler ki İstanbul’dan bir hoca gelmiş, onu görmeye geldiler. Seni görsünler yeter...”
Çok duygulandım.
Pencerenin önünde konuşmama izin verdikleri için, dışarıdakiler de, içeridekiler de beni gördü. İki saat güneşin altında dinlediler. Yaşmaklarına gözlerini silenler çoktu. Onlara, Allah’ın sıfatlarını, ahireti, haşri, öldükten sonra dirileceğimizi ve İki Cihan Serveri’ni anlattım, ağladılar...
Konferanstan sonra bir bahçeye gittik, yemyeşil, çiçekler, tavuklar, horozlar, köpekler, kediler, cırcır böcekleri velhasıl her şeyiyle bir köy, doyulmaz bir manzarada sofralar dizilmiş, tabii emniyet mensupları da telsizleriyle bizimle beraber, beraber yiyip içiyoruz, beraber gezip konuşuyoruz.
Aslen Kürt olan fakat Türkçe ve Arapça’yı çok iyi bilen şahsa sordum:
“Hocam, beni anlayamayan dinleyicilerim ağlıyordu, niçin?”
Dikkat ederseniz, “Hocam ben Türkçe konuştum, halbuki bunlar Türkçe bilmiyordu, beni nasıl anladılar, neden ağladılar?” demedim. Çünkü orada Türk, Kürt kelimesini kullanmak gayet tehlikeli. Amma Müslüman’ım dedin mi canını verir. Dedi ki:
“Elini öpeyim...”
Halbuki benden yaşlı.
“Estağfurullah, ben sizin elinizi öperim...”
“Allah, Peygamber, haşir dedin, bunlar yıllardır buralarda yasak. Yazın dağlarda kimisine Kürtçe, kimisine Arapça İslâmiyet’i anlattık. Kışın ahırlarda, ya ineklerle ya da koyunlarla beraber oturup, yine dini, imanı anlatmaya çalıştık. Amma korku dağları bekliyor. Bunun için bir gelen bir daha gelmiyor. Öte yandan günahların hepsi serbest...”
Dedik ki: “Bunlar bizi dinsiz etmek istiyor, isteyen dinsiz olsun, isteyen de bir şeyler öğrenmeye çalışsın...”
“İşte böyle büyüdük, ilk defa siz geldiniz, hem de devletin mektebinde pencereye dikildiniz, elinize mikrofon da aldınız, Allah, Peygamber, ahiret diye bangır bangır bağırdınız, nasıl ağlamayalım?..”
Mikrofon sadece okul içine hitap ediyordu. Dışarıdakiler duyabildikleri kadar duydular. Birbirine aktardıkları kadar işittiler.
Mahalli kıyafetli kadınlar, erkekler, çocuklar “Şu Allah diyeni görelim.” diye meydanda kaynaşıyordu. Erkeklerden gelenler, elimi sıkanlar, dua edenler ve boynuma sarılanlar...
Tek kelime Kürtçe bilmeyen bir kimseyim. Kürtçe konuşanlara hitap etmiş ve onlarla kardeş olmuştuk, hem de öz kardeşimden daha ileri kardeştik. Halen o meydanda Allah sesini duymak isteyenleri hürmetle, saygıyla, muhabbetle anıyorum.
Ey İslâmiyet; sen ne büyük bir dinmişsin ki, kavimleri kardeş ediyorsun!
Ey ırkçılık; sen ne korkunç bir şeymişsin ki, kardeşleri düşman ediyorsun!