Biz Müslümanlar, ahiretin varlığının daha çok Yahudiler için sorun teşkil ettiğini düşünürüz. Öyledir de. Kendilerine tanınan onca fırsatı doğru dürüst değerlendiremedikleri için ahiretten kendilerine pek bir nasip düşmeyeceği fikri herkesten önce Yahudilerin kendi arasında yaygındır. Nasıl yaygın olmasın? Kendileriyle yapılan ahitlere sadık kalmamakla yetinmemiş, bir de gönderilen peygamberleri öldürmüşler. Allah şefkatinden onlara en son bir fırsat daha vermiş. Bütün yaptıklarına rağmen, eğer Resul-i Ekrem’e (asm) ittiba etseler yine önlerine bir kurtuluş yolu açılacakken, o yolu da kendi elleriyle kapatmışlar. Bu şartlar altında, Yahudilerin Allah’tan ümit kesmeleri ve ahiretten bir beklentilerinin olmaması son derece normal görünüyor. Bu ümitsizliğe düşüşün somutlaşmış halini, Hazreti Peygamber’in (asm) dünyaya geldiğini haber alan Yahudilerin hüzne gark oluşunda okumak mümkün. Onlardan kimi, daha çocuk yaşta ol Nebi’nin (asm) iki kürek kemiği arasındaki peygamber mührünü görünce ilahi iradenin kendi yanlarından ayrılmış olduğunu anlayıp üstlerini başlarını yırtmaya başlamamış mıydı?
Psikolojide bir kaidedir: Aşırı korku, insanı gerçeği görmemeye ya da o gerçeği reddetmeye sürükler. Yahudilerin hali işte buna benziyor. Ahiretten korktukları için onu reddediyorlar. Dolayısıyla, geriye tek bir yol kalıyor: Kibirli bir milliyetçilik ve şu dünyada kazanılan geçici başarılar. Ötesi mi? Ötesi yalan onlar için. Şimdi Fatiha Sûresi’nin sonunda Yahudileri ima eden ifadeyi daha iyi anlayabiliriz. Sûrenin sonunda Yahudiler için mağdub diye bir ifade yer alır. Yani “gazaba uğrayanlar.” Yani hak kendilerine ulaştıktan sonra bunu bile bile reddedip yüz çeviren ve atalarının dinine körü körüne tabi olduğu için gazaba uğrayanlar. İşte Yahudilerin hal-i pürmelalini Cenab-ı Hakk böyle tanımlıyor. Burada dikkat edilirse, “gazaba uğrayacaklar” değil, “gazaba uğrayanlar” ifadesi yer alıyor. Demek ki Yahudiler inkâra düştükleri andan itibaren gazabın kucağına da düşmüş oluyorlar.
Hristiyanlara gelince, aynı sûrenin sonunda onlar için de bir ifade yer alıyor: Dallin. Bu ifade ile kastedilen, hak ve doğru olan yolu bulamayarak sapan kimselerdir. Müfessirler, burada sapan kimseleri “Hristiyanlar” olarak tefsir etmişlerdir. Hazreti İsa’nın (as) beşeriyetini reddederek teslis inancını benimseyen Hristiyanlar, en başta tevhid akidesinden saptılar. Allah’ı üçlediler. Sonrasında gerisi çorap söküğü gibi geldi. Bir kurum olarak Kilise ve Hristiyan din adamları, Allah’ın yeryüzünde hükmüne ortak olma hakkını rahatlıkla kendilerinde görebildiler. Öyle ya, peygamber, tanrının bir görünümü ise, onun varislerinin de bundan bir pay almaya hakları vardı. Nitekim, bugün Vatikan’da oturan Papanın dinî hükümleri değiştirebilme hakkı, bu itikadî sapmadan gücünü alıyor. Hatırlayacağınız üzere, Papa geçenlerde bu hakkını kullanıp, yedi ölümcül günaha yedi adet günah daha ekledi. Ne diyelim, hayırlı olsun!
Burada esas sorulması gereken kritik soru şu: Hristiyanlık neden sürekli sapma temayülü gösteriyor? Hıristiyanlar buna mecbur mu ya da mecbur muydu? Belki mecbur değildiler ama buna engel olmaya yetecek güçleri de yoktu. Ve hiçbir zaman da olmadı. Çünkü kutsal kitapları olan İncil, Hazreti İsa’nın ölümünden çok sonra, bir kısmı havarileri tarafından bir kısmı da onların takipçileri tarafından kaleme alındı. Onunla da kalmadı, sonradan kitaba başka tahrifat karıştı. Kelâm âlimlerinin haklı olarak ifade ettiği gibi, Hristiyanların İncil’i, en fazla Müslümanların hadis kitapları seviyesindedir. Hatta çoğu, ona bu seviyeyi de vermiyor. Doğrudan doğruya Allah kelamı olan Kur’ân-ı Kerim ile bu açıdan İncil’in kıyası mümkün bile değildir. İşte dinî akidenin çok da sağlam olmayan bir yol ile mushaf haline getirilmiş olması, geçmişte ve bugün Hristiyanlığın en zayıf yönünü oluşturuyor. Ve Hristiyanlığın sapma temayülü yahut potansiyelinin yüksek oluşu da, yine bu sebepten ileri geliyor.
Bugünlerde, söz konusu sapmayla ilgili yeni bir gelişme kendinden oldukça söz ettirmeye başladı. Gelişme ya da tartışmanın başlangıcı, Norveç’te üzerinde çalışma yürütülen yeni İncil çevirileri. Protestan Hristiyanlar, genel Hristiyanlık içinde seküler yanı ağır basan kesimi oluşturmaları hasebiyle, ahiret inancına ve onun bir parçası olan cehenneme yeni İncil çevirilerinde yer vermek istemiyorlar. Bu tartışmalar Danimarka’da da yansımasını buldu. Danimarkalı papaz Jacob Holm, “İnsanların sonsuza kadar cezalandırıldığı bir cehennem hayatı yok.” dedikten sonra iddiasını şu şekilde temellendirmekten geri durmadı: “İncil’de somut olarak bir cehennem tarifi bulunmuyor.”
Eğer Danimarkalı papaz haklıysa—ki konunun uzmanları, İncil’de cehennemin ayrıntılı bir tarifinin bulunmadığını söylüyorlar—Hristiyanlığın sapma eğiliminin nereden kaynaklandığı bu meselede kendini açıkça gösteriyor demektir. Anlayacağınız, kutsal kitabın zayıflığının, akidenin zayıflatılmasına nasıl zemin teşkil ettiğine dair çarpıcı bir örnekle karşı karşıyayız. Oysa, ahiret hayatı Kur’an-ı Kerîm’de cismani olarak tarif edilmektedir. Sadece İbrahim Sûresi’nde yer alan “O gün suçluları yan yana zincirlere vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir.” ayeti, bu hususu açıklamaya yeterlidir (İbrahim Sûresi, 21). Kur’an’a göre cennet de, cehennem de tende hissedilecektir.
Eğer Kur’an ahiret hayatını bu şekilde ayrıntılı tarif etmemiş olsaydı, herhalde biz de bugün Hristiyanlar gibi cehennemi sadece “insanın kalbinde hissettiği bir hâl” olarak tarif etmeye yeltenebilirdik. Bu açıdan bakıldığında, Kur’an’ın “yaş kuru ne varsa..” ele alması ve muhkem konuları aksi bir yoruma meydan vermeyecek açıklıkta beyan etmesi, İslamiyetin bugünlere kadar sapasağlam gelmesinin başlıca amili olarak görünüyor. Belki bazılarımıza çok önemliymiş gibi gözükmeyen Kur’ân’ın bu mükemmelliği, Müslümanlar olarak bizleri Hristiyanların yaşadığı sapmaya benzer pek çok sapmadan geçmişte olduğu gibi şimdi de alıkoyuyor.
Bugün Hristiyan âlemi o hale geldi ki, cehennem gibi temel bir mesele, gazetelerde halkoyuna sunuluyor. Geçen ay Norveç’te yapılan ankete katılanların %70’i “Cehennem kalsın” derken, %30’u “Cehennem kaldırılsın” demiş—kendilerini ne zannediyorlarsa? Bazıları da yetinmemiş, bir de gazeteye yazdıkları okuyucu mektuplarıyla “Sadece cehennem değil, Tanrı’nın varlığını da tartışmamız gerekir. Tanrı varsa neden açlık var? Neden savaşlar var?” diye şikâyetlerini yazıvermişler. Böyle giderse, Hristiyanlar gayet demokratik yöntemlerle yakında kendilerine nurtopu gibi bir tanrısız din ihdas edecekler gibi görünüyor.
Papanın yedi ölümcül günaha eklediği yedi günaha dediğim gibi buna da “Haydi hayırlısı!” diyeceğim, ama ortada herhangi bir hayır görünmüyor doğrusu.
Siz görüyor musunuz?
***
Ashab-ı Kehf ve “Ahirete İman”
“Böylece insanları haberdar ettik ki, Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve Kıyamet gününün şüphesiz bulunduğunu bilsinler. O sırada kavimleri kendi aralarında bunların haberlerini tartışıyorlardı.”
— Kehf Sûresi, 21
Yaklaşık M.S. 3-4. yüzyıllarda Roma İmparatorluğu’nda yaşayan birkaç gençti Kehf Ashabı. Bu dönemde Muhammed b. İshak’ın nakline göre, Rum krallarından Dekyanus, Rum ülkesini dolaşıp putperestliği kabul etmeyen Hıristiyanları öldürüyordu. İman edenler ise ondan kaçıp gizleniyorlardı. Bunlar arasından birkaç genç de, bu fitnenin def edilmesi için Allah Teâlâ’ya göz yaşları ile boyun eğerek namaz kılıp dua ediyorlardı. Zorba kralın yardımcıları bu gençleri ihbar ettiler. Bundan dolayı onları huzuruna getirtip putlara ibadet ile ölüm arasında seçim yapmalarını teklif etti. Gençler bu teklifi kesin bir dille reddedince, onlara düşünmek için mühlet verdi. Bunun üzerine Kehf Ashabı, şehrin yakınındaki Bencilüs dağında sarp bir mağaraya gizlenmeye karar verdiler. Derken Allah Teâlâ, bunlara bir uyku verdi.
O mağarada o kadar uzun bir müddet uyudular ki, uyandıklarında Roma putperestlikten uzaklaşmış, Hristiyanlığı benimsemişti. Fakat, bu sefer de, ahiretin varlığı üzerinde tartışmaya başlamışlardı. Cenab-ı Hakk, Kehf Ashabı ile onlara mucizevî bir şekilde, ahiretin var olduğunu, insanların öldükten sonra aynen Kehf Ashabı’nda olduğu gibi diriltileceğini gösterip, onların akıl ve kalplerine inkâr edilmeyecek sağlam bir delil sundu.
Ancak ne var ki, ahirete iman konusu, Hristiyanlar için daima bir tartışma mevzu olarak kaldı. Özellikle İznik Konsili’nde kabul edilen dört İncil kitabında ahiretin cismaniyetine dair açık ifadelerin yer almaması, bu konunun ileriki dönemlerde suistimale uğramasına başlıca sebep teşkil etti. Nitekim, bugün İskandinav ülkelerinde baş gösteren cehennem var mı yok mu tartışmaları, bunun kanıtı olarak görülebilir.