“Pandemi” adına yeni yeni alışmaya başladığımız günlerdi. Afrika’nın derinlerinde adı bilinmez bu köyde sıcacık bir tebessümdü onunki. Çok şeyimiz olduğu halde hep eksikliğini çektiğimiz huzur onun gözlerindeydi. Ateşli telaşlarla koşa koşa bulamadığımızı o çoktan bulmuştu. Umudun yumuşak mavisi, sevincin tatlı esintisi, kanaatin göz kamaştırıcı zenginliği onun avuçlarında çizgilemişti.
Bilgisayaramın arşivinden bir anda çıkageldi bu fotoğraf. O an’ın görkemini ve onu unutmanın utancını da yüzüme vurarak. Biz maskeli, mesafeli, döviz endeksli, borsa yüz endeksli, piyasalı, bankalı, chipli, otomatik vitesli, cam balkonlu, iklim krizli, algoritmalı, yapay zekalı, androidli günler yaşarken, o iki yıldır uğrayamadığımız köyünde, yeni açılmış kuyudan avuçlarına doluşan su berraklığında yaşıyor her şeyi...
Çoğalttıkça, çoğaltma tutkusuna tutuldukça; çoğalttıklarımızı, dışı görkemli içi boş kabirlere çeviriyoruz. Çoğalttıklarımız sadece ‘ölü’ler oluyor, kabirler arasında dolaşıyoruz. Onunki gibi diri bir nefese rastlamıyoruz. Ölüler ne kadar çoğalırsa çoğalsın, tek bir diri etmiyor. Etmedi şimdiye kadar.
“Çoğaltma tutkusu oyalıyor sizleri. Kabirleri ziyarete varıncaya kadar...” (Tekâsür, 1-2)