TR EN

Dil Seçin

Ara

Prof. Dr. İbrahim Canan İle Röportaj: Kadın, Aile Ve Evlilik

“Medya tarafından gelişi güzel propaganda edilen feminist düşünceler, kendisini dindar bilen kadınların bile kafasını karıştırıyor.

Kadının aşağılandığı bir Batı dünyasında feminizm elbette faydalı bir iş yapmıştır. Ama bunun kadınlarla erkekler arasındaki yaratılışın verdiği misyon farklarını bile inkara gidecek aşırı noktalara taşıması onaylanamaz.”

 

Hocam izin verirseniz, günümüz aile meselelerine, bir eş ve aile reisi olarak Peygamberimizin (asm) örnekliği çerçevesinde yaklaşalım istiyorum. Sizin bu konuda son derece değerli çalışmalarınız olduğunu biliyoruz.

Ama önce, dilerseniz, Resulullah’ın kadınlara hitaben buyurduğu “Sizlere evlerinizi tavsiye ederim, zira bu sizin cihadınızdır” hadis-i şerifinden başlayalım. Günümüzde çalışan annelerin giderek arttığını dikkate alırsak, bu hadis-i şerifi nasıl anlamamız gerekiyor sizce?

Öncelikle belirtmek isterim: Aile meselesi sadece bizim değil, bütün dünyanın en önemli bir meselesidir. İnsanlığın devamı, sağlıklı ve huzurlu devamı aileye bağlıdır. Bugün aileye yönelik beşerî değerlerin yaygınlaşması aile müessesesini ciddi şekilde sarsmıştır. Bu beşerî değerler arasında feminizm ve buna bağlı iddialar gelir. Her meselede kadın eşitliğinin yanlışlığı görülmeye başladı. 1912 yılı Nobel Ödülünü alan Doktor Alexis Carrel, meşhur kitabı İnsan Bu Meçhül nam kitabında kadınla erkek arasındaki yaratılıştan gelen farklılıkların cinsiyet organlarından ibaret olmadığını bu farkın her bir beden hücresinde görüldüğünü, feminist heva ve iddialarla bunun değiştirilemeyeceğini belirtir.

Batı, uzun tarihi boyunca kadınları aşağılamış, en tabii haklardan mahrum etmiştir. Resulullah’ın doğduğu dönemlerde Hristiyan Kilisesinin, “Kadında ruh var mı yok mu?” diye Konsül gündemi yapması meselenin eskiliğini ve de Batı’da gün gelip, bir kısım feminist hareketlerin doğmasındaki haklı sebepleri gösterir. Orada kazanılan bir kısım kadın haklarına karşı olduğumuz anlaşılmamalıdır: Kadın mal edinebilmeli, boşanma davası açabilmeli, bankaya parasını koyabilmeli, kendi parasını bankadan istediği zaman çekebilmeli, seçimlerde rey verebilmeli, gerektiği zaman seçilebilmeli vs. Bunlara İslâm açısından itiraz etmek mümkün değil, bizde uygulamada açıkça görülmese, ve hatta bir kısım yanlış uygulamalar olsa da, bir başka ifadeyle, zaman içinde üzerimize çöken cehaletler sebebiyle açık seçik olarak bilinmese bile, kitabî olarak bu haklar fazlasıyla var. Hatta İslâm, kadına, bugün Batı’da gündeme henüz gelmeyen daha ileri haklar bile tanımıştır.

 

Bunların konumuzla ilgisi ne?

Ben, şahsen dünya genelinde, aile meselelerinin Batıda çıkıp bütün dünyaya sirayet eden Feminizm, yani kadın meseleleriyle yakın ilgisi olduğu, büyük ölçüde bundan kaynaklandığı kanaatindeyim. Dolayısıyla yaşanan sıkıntıların, menfi gelişmelerin öncelikle arka planının bilinmesine gerek var. Batı, ifrat ve tefritler diyarıdır. Bir tefritten kurtulurken, aksülamel ve tepki psikolojisi ile bu sefer ifrata düşmektedir. Yani hakları çiğnenen kadınlara, tabii olan insanî hakları verilirken bu sefer ifrata kaçıp içtimaî hayatın tabiî dengesini bozacak aşırı taleplere ve ölçüsüz iddialara, uygulamalara geçilmiştir.

 

Bununla neyi kastediyorsunuz?

Hemen belirteyim: İslâm’a göre kadın erkek temel haklarda eşit ise de, yaratılışın onlara verdiği misyonda eşit değildirler. Hatta bu durum bütün hayvanlar âleminde böyledir. Kur’an’da “Leyse’z-zekerü ke’l-ünsâ” yani “kadın erkek gibi değildir” prensibi konmuştur. Her ikisinin hayatî misyonları farklıdır. Bu misyon farklılığı, vücut yapılarına ve hatta psikolojik durumlarına yansımış, Yüce Yaratıcımız her iki cinsi, insanlığın sağlıklı bir şekilde devamında gerekli olan, farklılıklara uygun şekilde donatmıştır. Kadın öncelikle annedir, çocuğun bakıma muhtaç olduğu yıllar boyunca en ziyade ihtiyacını duyacağı sevgi ve şefkat duygularıyla donatılmıştır. Bu duygular fıtrî olarak kadında erkeğe nazaran çok daha güçlüdür. Yeni doğan çocuğun beslenme işi anneye emanet edilmiş, bu maksatla anneye farklı donanım verilmiştir.

Ve unutmayalım bugün beşerî tecrübelerle iyice anlaşılmıştır ki, çocuğun sağlıklı bir ruhî gelişmeye mazhar olmasında sevgi ve şefkate olan ihtiyacı ekmeğe suya olan ihtiyacından daha fazladır. Elmalılı merhum, kadınlarla erkekler arasında, fazilet yönüyle birinin diğerine mutlak bir üstünlüğünün olmadığını, her ikisinin de mütekâbilen mütefâzıl; yani her birinin farklı meselelerde birbirlerine üstün olduklarını ayetleri tahlil ederek gösterir.

Şimdi siz, çocuğa bakmamayı, kadın hakları, iş hayatı, veya, daha zevkli bir yaşayış gibi “beşerî mülahazalarla” prensip eder buna göre uygulamalara müesseseleşmelere giderseniz, elbette fıtrata aykırı bir yol tutmuş olacaksınız ve bunun menfi ve olumsuz neticelerini göreceksiniz.

 

Örnek verebilir misiniz?

Bu noktada, son zamanlarda, sık sık medyaya yansıyan ve her defasında günler ve hatta haftalarca efkâr-ı umumiyeyi ve kamuoyunu meşgul eden ister ailelerde bakıcıların işkence haberlerini ve isterse yurt ve yuvalarda çocuklara yönelik cinsel tacizleri ve işkence haberlerini hatırlatmak herhalde yeterli.

Bütün bunların, belirtilen gelişmeler sonucu kadınların, fıtrî olan annelik duygusundan uzaklaşarak bu görevi ihmallerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ve başta sorduğunuz sorunuza esas teşkil eden, Resulullah’ın: “Sizlere evlerinizi tavsiye ederim, zira bu sizin cihadınızdır” irşatlarıyla ne kadar önemli bir hakikati ifade etmiş olduğunu belirtmek istiyorum. Aslında, bu konu, önemine binaen olacak, ayet-i kerimede yer alan bir konudur. Yüce Rabbimiz, bunu, Aleyhissalatu vesselam’ın muhterem zevceleri ve mü’minlerin de annelerine hitap üslubuyla insanlığa ders vermektedir: “Ey Ehl-i Beyt (peygamberin ev halkı), hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliye devri çıkışı gibi süslenip çıkmayın, namaz kılın, zekat verin, Allah’a ve peygamberine itaat edin! Allah yalnızca sizden kiri uzaklaştırıp tertemiz pampak etmek istiyor” (Ahzab 33/33). Dinimiz, kadınların evde yapacağı bu hizmetleri, erkeklerin cephede, can pazarında yapacakları cihat hizmetine denk tutmuştur.

 

Peki evde yapılacak hizmetlerde erkeklerin cihadı yok mu?

Doğru bir nokta. Evde yapılacak hizmetler, Resulullah’ın ifadesiyle, erkekler için de bir cihattır ve hattâ cihâd-ı ekberdir yani en büyük cihaddır. Ev hizmetleri büyük ölçüde çocuk terbiyesi etrafında merkezileştiği için, dinimizin çocukların yetişmesiyle ilgili hizmetlere nasıl önem verdiğini vurgulamamız gerekiyor aslında. Teferruata inecek olursak, İslâm fıkhına göre kadının ev işlerini yapmak mecburiyetinde olmayışı, “kadının, bu işleri görecek, bir hizmetçi hakkı”na sahip oluşu, evin nafakasının erkeğin sorumluluğunda oluşu, çocuğun bakım safhalarından doğumdan istiğna yaşı dediğimiz çocuğun yeme-içme-giyinme ve taharetlenme işlerini kendi kendine yapabilme safhasına kadar annenin himmetine tevdi edilmiş olması gibi düsturların hepsi, çocuk terbiyesinin, onun hayata hazırlanma hizmetlerinin dinimiz nazarında ne kadar öncelikli olduğunu gösterdiği gibi, bu safhada anneye düşen görevin ne kadar önemli addedildiğini de gösterir.

Durum bu olunca, kadını evinden uzaklaştıracak, annelik hizmetinden uzaklaştıracak, çocuğu yabancı ellere bıraktıracak her çeşit beşerî mütalaa ve mülahazaları İslam’ın hoş görmesi mümkün olamaz. Siz “Müslüman’ım” demenize rağmen bu ilahî düsturları kulak ardı ederseniz, ortaya çıkan nihilist, kapkaççı, gaspçı, intiharcı, sorumsuz, aylak, her haramı mubah addeden nesilden, kimseye şikayete, kendinizden başka suçlu aramaya hakkınız olmaz.

 

Verdiğiniz cevaptan, günümüzde evlerin işten arta kalan vakitte bir istirahat mekânı gibi kullanılamayacağı açıkça anlaşılıyor. Aile İçi Eğitim adlı kitabınızda “evleri kıble kılmak”tan söz ediyorsunuz. Bununla neyi kastediyorsunuz?

Evlerin kıble kılınması, Kur’anî bir emirdir. Bu ayet, Hz. Musa zamanında, sabahtan akşama, yerine getirilmesi beşerî imkan ve gücü aşan angaryalara mecbur edilmiş, mektep-mescit gibi yeni nesillerin, Hz. Musa’nın mesajını alma imkanlarından mahrum edildiği bir dönemde kurtuluş talebinde bulunan İsrailoğullarına yani ehl-i imana gönderilen bir kurtuluş reçetesidir. Zamanımızda bunun, yeterince anlaşılması son derece  önemlidir. Biz de şu anda çocuklarımıza kendi değerlerimizi yeteri kıvamda öğretecek durumda değiliz. Zahirde imkanlar var gözüküyor, ama bir kısım şuurlu eksiklikler ve fail-i meçhul müdahaleler bu imkanların değerlendirilip istenen kalitede verim almamızı engelliyor.

Bütün bu menfi gelişmelerin gerisinde, “Geldiği zaman bütün değerleri yok etmek”i hedefleyen Dünya Devleti projesi yattığı için, iş ailelere düşüyor. Ben yapılacak sistemli sivil çalışmalarla ailelerin gelmekte olan bu tehlikeyi kıracağına inanıyorum.

 

Nasıl?

Bunun için, Kuran-ı Kerim’in gösterdiği şekilde yakın komşuların, akrabaların, kendi aralarında organize olup dayanışarak evlerini, temel değerlerini öğretecek birer mektep ve mabet haline getirmeleri gerekiyor. Ancak bu sayede yeni nesillerin yetişmesi işi sokaktan kurtarılmış olur. Bu bir bakıma, “Okullara kaydetmek, maddî ihtiyaçlarını sağlamakla çocuklarımıza karşı vazifelerimizi bitirdik” yanlış ve sakat anlayışını terk etmek demektir.

 

Galiba sözünü ettiğiniz yanlış ve sakat anlayışlara biraz da müslümanların—sadece ehl-i dünya değil—öncelik sırasını kaybetmesi yol açıyor. Sizce bir ailenin en önce gelmesi gereken sorumluluğu hangisi?

Öncelikle ehl-i dünya tabirini bir ayırım vesilesi kılmayı ileri götürme taraftarı değilim. Hepimiz maalesef pek çok düşünce ve davranışlarımızla ehl-i dünyayız. Dolayısıyla kendimizi “ehl-i dünya” tiplemesinin dışında saymamız, bir kısım eksikliklerimizi görmemize mani bir şeytan tuzağı olabilir. Acaba bugünün şartlarında nasıl bir hayat sürdürmeliyim, engelleyici tuzaklar, şeytanın bizleri şaşırtıcı hileleri nelerdir? Bunlara nasıl karşı koyabiliriz, karşı koymada bize rehber olacak Kur’an’da ve Sünnette ne gibi düsturlar gelmiştir biliyor muyuz? Dahası, problemlerimizi Kur’an ve Sünnet esaslı düsturlarla çözmenin gereğine ve hatta zaruretine inanıyor, böyle bir ihtiyacı duyuyor muyuz, yoksa piyasada yazılmış rastgele kitaplara, rastgele sivrilmiş veya sivriltilmiş eğitimcilere, akıl hocalarına mı gidiyoruz?

Gelmesi için planlar projeler yapılan dünya devleti hazırlayıcıları, ebet-müddet olmanın çaresini gönülleri kazanmada değil bir kısım dayatmalarda bulmayı düstur edindiği ve temel düstur olarak “değerleri yok etmeyi” tespit ettiği için bütün çalışmaların çoktan değerleri yok etmeye yönelmiş olması sebebiyle önümüze konan tuzaklardan pek korkunç birini hemen kaydetmek isterim: “Çocukların din eğitimi ileri yaşlara ve çocukların kendi tercihlerine bırakılmalıdır.”

Bunu maalesef, sadece ehl-i dünya deyip hesaba katmayacağımız değil, dinî-millî hamaset nutukları atan nicelerinin ilmî bir gerçek olarak benimseyip yaygınlaştırmaya çalıştıklarını bizzat ve de kerratla müşahede ettim. Halbuki bunun hiçbir ilmî değeri yoktur. Eserlerimde Batılı kaynaklardan hareketle, bugün eğitimcilerin bilittifak çocukta şahsiyetin ilk yaşlarda (altı-yedi yaşına kadar) büyük ölçüde tamamlandığını, 12 yaşlarına gelince nerdeyse sona erdiğini söylediklerini gösterdim. Şu da hepimizin zorluk çekmeden kabul edeceği bir gerçektir: Din insan şahsiyetinin en önemli bir parçasıdır ve dinî inançlar yabancı fikirlere, zararlı safsatalara karşı en mükemmel bir süzgeçtir.

 

Soruya dönersek...

Özetle, yeni nesillerin kendi değerlerimiz üzere yetişmesi en öncelikli sorumluluğumuzdur. Bu, hem millet olarak geleceğimiz için böyledir, hem de dinimiz, uhrevi kurtuluşumuz açısından böyledir. Yani aile fertleri, aile reisinden, anneden-babadan sorulacaktır. Bir ayet mealen şöyle: “(Ey Peygamber) de ki: Gerçek hüsran sahipleri, kıyamet günü, kendini ve ehlini (yani ailesine mensup olanları) hüsrana atanlardır. Bilesiniz, gerçek hüsran budur” (Zümer, 15-16). Bu ayet açık olarak gösteriyor ki, ihmali sebebiyle aile mensuplarının ebedî hüsranına sebep olanlar, ebedî hüsrana uğrayacaklardır. Bu ayet, bize, aile kuranların öncelikli meselesinin ailesini uhrevî kurtuluşlarını garantileyecek bir plan ve programa öncelik vermesi gereğini göstermektedir. Esasen bu, ekonomik ve dünyevî refah meselelerini ihmal etmemizi gerektirmez. Önceliği gösterir, bizi Allah’ın rızasına götüren meşru, helal yolları tercihe götürür.

 

Fakat sizin de bildiğiniz gibi aileler bugün bahsettiğiniz noktada değil pek. En temelde ailenin hangi ‘düşmanları’ bu duruma yol açıyor?

Zamanımızda, ailenin en büyük düşmanı cehalettir. Bugün, insanlar çok yanlış ve bir o kadar da eksik bir hayat telakkisinin tesiriyle davranışlarını yönlendiriyorlar. Hayatın ebediyete yönelik bir gayesinin varlığını çoğu insan düşünmüyor. Hayatı yemek, içmek, eğlenmekten ibaret bir şey gibi görüyor ve bütün himmetini bu anlayışa uygun olarak daha iyi yemek, daha iyi eğlenmek çizgisinde sarf ediyor. Halbuki hayatta herkesin gerçekleştireceği önemli misyonlar var.

Bu, maddede sıkışmış hayat anlayışının kırılmaz bir zırh gibi insan benliğini kuşatmasında medyanın rolü büyük. Hemen hemen hiçbir ciddi mesele medyaya düşmez, veya pek nâdir düşer. “Magazin” kelimesinde ifadesini bulan boş, malayâni, hiçbir pratik faydası olmayan şeylerle insanlar meşgul ediliyor. En ciddi ağızlar anarşi ve ahlâksızlığı medyanın beslediğini tekrarlamaktalar. Aile düzenimiz de, medyanın körüklediği bu maddeci, bencil zevke düşkün hayat telakkisinden nasibini almaktadır.

Ayrıca medyanın adaletsizliklerin, haksızlıkların kamuoyuna mal edilerek önlenmesine yardımcı olacak bir güç ve tesire sahip iken bu yoldaki hizmeti sınırlı kalıyor. Çok yanlış bir habercilik anlayışı ile, bâtılı tasvire dayanan metoduyla olumsuz halleri haber olarak verirken insanları adeta bu olumsuzluklara tahrik ediyor. Ekrana taşınan Boğaz köprüsündeki intihar hadiseleri, ekranlarda yasaklanmasından bu yana köprü-şov diye adlandırılan vakaların son derece azaldığı haberi kulaklarımıza geliyor. Demek ki sorumluluğunu müdrik bir medya bir çok içtimai hadiseleri çözecek potansiyele sahip.

Yine medya tarafından gelişi güzel propaganda edilen feminist düşünceler de -bırakın dinî endişeyi fazla taşımayanların- kendisini dindar bilen kadınların bile kafa karışıklıklarına sebep olmaktadır. Kadının aşağılandığı bir Batı dünyasında feminizm elbette faydalı bir iş yapmıştır. Ama bunun kadınlarla erkekler arasındaki yaratılışın verdiği misyon farklarını bile inkara gidecek aşırı noktalara taşıması onaylanamaz.

 

İsterseniz meseleye çok daha temel bir noktadan devam edelim. Kadın erkek arasındaki yaratılış farkından bahsediyorsunuz. Acaba Peygamberimiz bu farkı gözetmek sûretiyle karı-koca ilişkisine yeni olarak ne getirmiştir?

Resulullah’ın kadın mevzuunda getirdikleri, o günün şartlarında müthiş inkılaplardır. Hz. Ömer’in şu sözü her şeyi ifadeye yetmez mi?: “Cahiliye devrinde, kadına hiçbir değer vermezdik, İslâm gelip, Allah’ın onlardan bahsettiğini görünce, (...) onların üzerimizde bazı hakları olduğunu anladık”.

Gerçekten hukuk planında İslâm’ın getirdikleri müthiş şeylerdir. Resulullah, kadınlar için: “Kadınlar, erkeklerin anne-baba bir kardeşleridir” der ve keza kadınların “anneler, halalar, teyzeler, kız evlatlar ve kız kardeşler” olarak bilinmesini söyler. Hele şu ayet kadın-erkek arasındaki mütekabiliyeti ne güzel ifade buyuruyor: “Allah Teâlâ, eşini senin için bir libas, seni de onun için bir libas kılmıştır” (Bakara 2/187).

Resulullah döneminde, Mekke’de erkeklerin otoriter olduğu, Medine’de ise daha “medenî” bir uygulama sebebiyle kadınların daha serbest olduğu anlaşılıyor; iki şehir arasında mevcut olan ve de Mekkeli olan Hz. Ömer’i tehevvüre sevk eden farka Resulullah’ın tebessümle mukabele etmesi önemli. Bunlar bilinmeli, kazaklık-kılıbıklık sohbetlerinin şevkiyle değil, kadınların mizacını olduğu gibi kabul edip, hoşumuza gitmeyen yönlerini erkeklik gücüyle izale etmeyi değil, sabırla karşılamayı esas almalıyız. O zaman gerçek İslâm’ı aile hayatımızda ve beşerî münasebetlerimizde yaşatmış olarak ciddi başarılara imza atar, kadın meselelerinde insanlığa yeni ve bir o kadar da cazip bir model, İslâmî bir alternatif sunarız. Şimdilerde hiç de İslâmî olmayan Müslüman erkeğinin davranışlarını İslâm diye sunmakla, bırakın yabancı kadınları, kendi mü’min hanımlarımızı bile İslâm konusunda tereddüde ve soğukluğa sevk ediyoruz.

 

Benim gözlemime göre yeni evli kocaların önünde yeterince dengeli ‘rol model’ yok. Model ve örnekler ‘sert koca’ ile ‘kılıbık koca’ gibi uç örneklerden oluşuyor. Bu da erkeklerin evlendikleri zaman nasıl bir role bürüneceklerini kestirememelerine yol açıyor. Peygamberimizin bu noktada eşlerine karşı tutumu nasıldı?

Türkiye’mizin gerçeği şu ki: Evlenecek gençlerimiz, hususi bir talim ve terbiyeden geçirilerek erkek için koca olmak, kadın için de karı olmak hususunda bir kısım temel bilgiler almıyorlar. İslâm âleminde de durum bundan farklı değil. Hele anne ve baba olmak, bu mutlaka bir kısım sistemli bilgi isteyen bir sanat, bir meslek. Bu konularda da temelli, sistemli bir bilgi verilmiyor. Anne ve babadan görülen veya sokaktan, veya güveninirliği araştırılmayan, bilinmeyen kaynaklardan edinilen görgü ve bilgilere dayanarak anne-baba olunuyor. Biraz argo sayılacak bir tabirle “karambol anneler babalar” durumundayız. Halbuki, “Aile Reisi ve Baba Olarak Hz. Peygamber” adlı çok veciz olarak hazırladığımız kitapta sunduğumuz bilgiler bile, bizim aile hayatı ile ilgili en temel bilgilerden dahi mahrum olduğumuzu ispatlıyor. Ben bunu kesin bir üslupla söylüyorum, çünkü kitabı okuyanlardan karşılaştığımız bir çokları hep bunu söylediler. Pek çok şey belki cahillikle olabilir ama, İslâmiyet cahillikle olmuyor.

Bizim her hususta örneğimiz Hz. Peygamberdir. Kur an: “Allah Resulünde size güzel örnek vardır” buyuruyor. Bu her hususta böyle. Onun için, çok sayıda kadını nikahı altında kavgasız dövüşsüz, huzur içinde tutan Hz. Peygamber’in kadınları idare etme sanatını iyi bilmemiz gerekir. Bunu yaparken, “Resulullah, hanımlarına karşı sert mi davrandı yumuşak mı davrandı?” diye araştırmaktansa, belki “Nasıl davrandı?” diye davranışlarını tespit etmeye çalışmak daha uygun olur. O zaman yerli yerinde davrandığını görürüz. Kadınların yaratışlarına, mizaçlarına, ruhî durumlarına uygun olarak davrandığını, adaletli olduğunu, sabrı, sevgiyi esas aldığını, her birine değer verdiğini, hiç kazaklık taslamadığını, bir kısım meselelerin çözümünde peygamberliğine bile atıf yapmadığını, ev işlerinde yardımcı olduğunu vs. görürüz.

 

Kitabınızda Peygamberimizin hanımlarıyla sabah vakti, ikindi vakti ve akşam namazından sonra günde üç defa düzenli olarak görüştüğü ve bazen ilim ağırlıklı bazen ise geçmiş dönemlere ilişkin sohbet ettiğine yer veriyorsunuz. Günümüzde çoğu insanın çalışma şartları bu sünneti uygulamaya uygun değil. Bu konuda bir çözüm öneriniz var mı peki?

Peygamberimizin, pek çok meşguliyetleri bulunmasına rağmen, günlük olarak hanımlarıyla üç kere karşılaştığını kitaplar yazıyor. Elbette bugün bunu uygulamak mümkün değil. Bunu söylemek zorundayız, ta ki bir Müslüman olarak hanımlara gösterilecek ilginin özünü bilelim de tabi olduğumuz şartları elimizden geldiğince bu istikamette değerlendirelim. Gün boyu evinden ayrı, iş yerinde olan bir erkek hiç olmazsa işinden çıkar çıkmaz kahveye, lokale, sokağa gidinceye kadar evine gelsin, hanımıyla çocuklarıyla ilgilensin, arada sırada bir telefonla, çiçekle gönlünü alsın. Zaruri durumlardaki ayrılıklarda mazur sayılsa da zaruri olmayan ayrılıklarda mazur olmadığını, sünnete uymamakla yanlışlık içinde olduğunu bilsin.

 

Son olarak, daha sosyoloji içerikli bir soru sormak istiyorum. Cevabınızı cidden merak ediyorum. Pek çok müslümanın zihninde ‘ideal aile tipi’ne ilişkin bir kararsızlık var. Özellikle şehirde mevcut çekirdek aile tipini yetersiz bulanlar, geleneksel ‘geniş aile’yi ideal aile modeli olarak sunuyor. Bu, ne derece doğru?

İslâm aile tipi yeterince bilinmiyor. Batılı sosyologların kendi şartlarında standardize ettikleri tiplerden birine sokup: İslâm ailesi çekirdek ailedir veya geniş ailedir diye genellemeye gitmek yanlıştır. Kanaatimce, İslâm ailesi, özde çekirdek aile tipine daha yakın ama, geniş aile tipine de açıktır. Yukarıda kaydettiğimiz Zümer suresinin 15-16’ncı ayetlerinde, Kıyamet günü kişiyi ehlinden sorumlu kılan ifadede kimler kastedilmiş olabilir? Her halde terbiye edilmelerinden sorumlu olmadığı ve fakat ailede bulunmaları muhtemel olan ve de geniş aile telakkisinin içine girecek olan akrabaların tamamı değildir. Onun için İslâm Fıkıh âlimleri aile deyince: ebeveyn, çocukları ve bir de hizmetçiyi zikrederler. Hele meşru mesken bahsinde, bu daha açık görülür: Kadın istemediği takdirde ailede, kocanın önceki hanımından olan ve henüz temyiz yaşına gelmemiş olan çocuk dışında hiç kimse yer almayacaktır. Keza koca istemediği takdirde kadın tarafından hiçbir fert yer alamaz. İşte İslâm ailesi bu. Burada şu sorulabilir: Erkek annesine babasına bakmak zorunda ise onlarda ailenin bir ferdi olacaklardır. Burada kadının rızası alınacak demektir.

İslâm ailesi, özde çekirdek ailedir derken, bundan başkası kabul edilemez mânâsına gelmez. Karı ve koca karşılıklı mutabakatla, yakınlarını meşru şartlara uygun şekilde aile içerisinde barındırabilirler. Keza ailede yetim barındırmak da dinimizin bir tavsiyesidir. Aile hacminin genişlemesi, erkeğe olduğu kadar kadına da yük getirecektir, dolayısıyla ârızî bir genişlemenin karı ve koca her ikisinin de rızasına bağlanmış olması dinimizin bir güzelliği, kadına olan saygının bir ifadesi olarak görüyorum.

Yaşlıların aile içinde bulunmasının karı-koca her ikisinin de çalışmaları halinde olan aileye katkıları; cemiyetin ortak kültürünün yeni nesillere aktarılmasındaki önemi gibi hususlar hukuku bertaraf etmez. Kadın veya kocadan biri, diğeri razı olmadıkça aileye, dinin öngördüklerinin dışında birisini dayatamaz. Cemiyetimizde zaman içinde örfleşen ve kaynağı da düşünülmeden uyulan, zihinlerimizin gerisinde dinden olduğu zannı bulunan bazı uygulamalar, dinî değerler çerçevesinde tahlil edilebilir kanaatindeyim. Böyle bir davranışla öze dönülmesi, bazı yanlışlıkların düzeltilmesi, en azından dinî formunun tam olarak bilinmesi faydalı olacağı açıktır, bu savunulmalıdır.

Ancak bunu yumuşak, hazmettirici, tepkileri tahrik edici olmayan bir üslupla yapmak gerekir.

 

Hocam, çok teşekkür ederim.

Estağfirullah, ben teşekkür ederim.