Evet, kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musanna ve murassâ bir meyve, elbette gayet san’atperver, mu’cizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehâsin-i san’atını zişuura okutturan bir ilânnâmedir.
— Haşir Risalesi
Bilimsel bilgi ile sıradan bilgi arasında fark var mıdır? Bilimsel bilgi, masum bir bilgi midir?
Bilimsellik kutsallaştırılmadan önce, bu sorulara belki de hayır cevabını verecektik. Ancak bilim kutsallaştırılınca, bu soruya aynı rahatlıkla ‘hayır’ cevabını veremiyoruz.
Bu sorulara, cevap verirken, bazılarımız, ‘bilim’i öztürkçe kabul edip, bunun yerine daha anlamlı olan ‘ilim’ kelimesini kullanmamız gerektiğini söyleyebilir. Ancak bilimsel bilginin kutsallığı sorunu karşısında, bu iki kelime arasındaki farka kafa yormak, sorunu çok basite indirgemek olur. Bu yüzden, asıl sorun olan bilimsel bilginin, kendisi dışında bir bilgi kaynağı olup olmadığı meselesine odaklanmak gerekir.
Sözgelimi, bu günlerde bahar coşkusunu hep beraber yaşıyoruz. Bilimsel bir bakış, kışın kurumuş ağaçların yapraklar ve çiçekler verdiğini, bir süre sonra da meyvelerin oluştuğunu, sebep-sonuç mantığı içinde anlamaya çalışır. ‘Yaprakları ve meyveyi yapan kimdir?’ sorusuna bilim, ilgilenmiyormuş gibi görünür. Ve yaprakları ve meyveyi yapandan çok, bunun nasıl oluştuğu ile ilgileniyormuş gibi görünür.
Bu tarz bir ilgisizlik, şu önyargıları da içinde barındırmaktadır:
1- ‘Nesnelerin kim tarafından yaratıldığı önemli değildir.’
2- Dolayısıyla onu Yaratan da önemli değildir, önemli olsa bile bu, bilimin ilgi alanının dışındadır.
3- Bilimin ilgi alanı, insanın algı alanından ibarettir. İnsanın algı alanı, deneylerle ölçülebilen, duyularla anlaşılabilen bilgilerdir. Bu da insan aklının ölçebildiği bir alanda geçerlidir.
Bunun yanında, nesnelerin nasıl oluştuğu ile ilgili olarak bilimin verdiği cevaplar, ‘kimin’ yaptığı sorusunun cevaplarını da içinde taşımaktadır. Yani, ‘bu yapraklar nasıl oluşur?’ sorusuna cevap verirken, sadece nasıl oluştuğunu değil, aslında kimin yaptığının cevabını da vermiş olur. Zira bu günkü bilimsel bakış, sebep-sonuç ilişkisine o kadar kitlenmiştir ki, sebep ve sonucun dışında bir veriyi kabul etmemektedir. Hatta ‘oluş’ kelimesinin kendisi problemlidir. Çünkü, kendi kendisine oluşu ve bir yaratıcı tarafından yaratılmadığı izlenimi vermektedir. Bu yüzden nesnelerin anlamı da bu bakışın kurbanı olmaktadır. Bilimsel bilgi, eşyanın bir anlamı olduğu fikrini de, ‘nesneleri kimin yarattığı’ sorusuyla ilgili olduğu için reddeder ve eşyayı anlamsızlığa sürükler.
Oysa ki, her şeyin bir anlamı vardır ve olmalıdır. Hiçbir şey anlamsız değildir. Kışın kurumuş ağaçların bir anlamı olduğu gibi, baharla açılan çiçeklerin ve yaprakların da bir anlamı vardır. Bu anlamları bize bildiren, bilimsel bilginin dışında ve asıl bir bilgi kaynağı vardır ve olmalıdır. Bu kaynak, bütün bir bilginin geldiği ve bütün yaratma eylemlerinin nasıl ve niçin cereyan ettiği bilgisi de dahil olmak üzere bütün bilgileri kapsamaktadır. İslâm literatüründe bu, levh-i mahfuz olarak adlandırılmaktadır.
Kışın kurumuş ağaçların, ölmüş insan bedeninin toprağa dönüşmek üzere olan kemiklerine; baharda bu kurumuş ağaçların tekrar yeşermesi ise, ölmüş bir insanın, bir başka âlemde yeniden ete ve kemiğe bürünmesine işaret etmesini bilimsel bir akıl reddetmektedir. Zira, bilimsel bir bilgi, başka bir âlemin varlığını kabul etmediği gibi, hayatın, ölümün ve yeniden dirilmenin de bir anlam taşımayacağını varsaymaktadır.
Bilimin dışında bir bilgi kaynağının olmadığını savunan bir bilim, kutsallaştırılmış bilimdir. Bilimin, akıl ve deneyin dışında bir bilgiyi ilgi alanından çıkarması, bilimi tabulaştırmış ve bilimin kendisi bir ‘doğma’ olmuştur. Böyle bir bilim, sanıldığı gibi, artık nötr ve objektif değil, taraflıdır ve kendi ‘doğma’sını oluşturur ve dayatır. Ve yine sanıldığı gibi bilimsel bilgi, dinamik değil, kendi ‘doğma’larını yeniden ve yeniden üreten bir ‘din’ haline getirilmiş olur.
Burada bilimsel bilgide bir yöntem krizinden söz edebiliriz. Bu kriz, aklı ana merkeze alan, akıl dışı bilgi kaynaklarını dışlayan bir tutumdan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden semavi kitaplar ve içindeki bilgiler, bilimsel bilgi sınıfından dışlanmaktadır. Bunun sebebi, akla yüklediği anlamda gizlidir. Bu yüzden bilimsel akıl ile Kur’an’da geçen akletme eylemi arasında önemli bir fark ortaya çıkmaktadır.
Bilimsel akılda, akıl, bilginin bir aracı değil, bilginin bir kaynağıdır. Ve bu akıl, kendi başına bilgi ürettiği gibi, onu denetleyen bir üst bilgi kaynağından mahrumdur. Dikkat edilirse burada, akıl, gördüğümüz şeyleri ölçmemize yarayan bir araç değildir. Akıl, burada bir hüküm veren, bir değer yargısı oluşturan bir fonksiyon icra eder. Böylelikle akıl, bir organ olmaktan çıkıp, vahyin hükümlerine ‘karşı değerler’ oluşturan bir makam haline gelir.
Kur’an’da ise, akıl, bir organ olarak geçmez, yani akıl kelimesi isim olarak Kur’an’da kullanılmamaktadır. Bunun yerine, ‘akletme’ eylemi olarak Kur’an’ın birkaç yerinde geçer. Söz gelimi, ‘Siz hiç akletmez misiniz?’ gibi bir cümlede, akıl, bir isim olarak değil, bir eylem olarak geçer. Akletme fiilinin bir isim olarak geçmemesi, insan aklının, bir makam olarak değil, bir eylem(fiil) olarak kullanılması gerektiğinin vurgulamasındandır.
Buradaki akletme eylemi ise, aklın, kelime anlamında mündemiç olan ‘bağlama’ fonksiyonuna tekabül etmektedir. ‘Akletme’, iki şeyi birbirine bağlama anlamını da içinde barındırmaktadır. Buna göre, İlahi kelamın bize aktardığı bilgileri, gördüklerimizle ve yaşadıklarımızla doğrulama ‘akletme’nin bir şekli olarak karşımıza çıkmaktadır. Mesela, haşirde, insanın yeniden diriltileceğine ilişkin bilgileri veren Kur’an ayetleri (Yasin, son ayetler), bunu, yeniden diriltilmenin mümkün olduğunu baharda gördüğümüz örneklerle açıklamaktadır. Bu durumda, insan aklının yapacağı şey, Kur’an’da geçen bu bilgiyi tasdik etmektir.
Eğer akıl, bunu tasdik etmezse, Kur’an’ın verdiği bu bilgiyi reddederse, Kur’an’daki bilgiyi, gözün gördüğü alandaki bilgiyle birbirine bağlamamış olur, yani ‘bağlama’ fonksiyonunu yitirmiş olur. Gördüğümüz bilgileri, Yaratıcısına bağlamayan bir akıl, İlahi akıldan bağlantısını kesen ve ona savaş açan bir akıldır.
Kur’an’da geçen akletme eylemi ile, bu günkü bilimsel modernist tasavvurun bize öğrettiği akıl arasında fark vardır. İkincisi, sıradan bir akletme eylemi değil, aklı eksene alan ve vahye karşı ‘ikinci bir bilgi alanı’nı, ikinci bir ‘değerler sistemi’ olarak kabul eden bir akıl sistemidir. Bu, hakikate karşı insanı şaşı yapar. Zira, ‘bir şey neye göre doğrudur?’ sorusuna, ‘Hem akla göre hem de Kur’an’a göre doğrudur.’ şeklinde bir cevap veriyorsanız, ikircikli bir düşünceye sahipsiniz demektir. Bu durumda sizin ölçünüz hem Kur’an hem de bilimsel ve bağımsız bir akıldır. Akıl ve Kur’an aynı hükümde birleştiğinde, sorun yoktur. Ama akıl ile Kur’an farklı sonuçlara gidiyorsa ve farklı hükümler veriyorsa, asıl sorun o zaman kendisini göstermektedir.
İkircikli bir sonuca varmak istemiyorsanız, ölçünüz ikisinden biri olmalı; ya diyeceksiniz ki ölçü Kur’an’dır akıl ona tabi olmalı, ya da diyeceksiniz ölçü akıldır, Kur’an ona tabi olmalı. Pratikte, herkes Kur’an’ı ölçü olarak kabul etse de, satır aralarına gizlenmiş akılcılık fikri, yer yer dindar insanların bile ifadelerinde geçmektedir. Hele Risale-i Nur gibi bir hâzineye sahip olanların, bu gizli akılcı fikirlere kapılmaması, risalelerde geçen akıl ve mantık mizanlarının bir gereğidir.
Risale-i Nur’un akıl ve mantık kavramlarına getirdiği bakış açısının orjinalliğini görmek, hem bu günkü bilim-din tartışmalarına yeni bir soluk getirir. Hem de geçmiş hükema(İslâm filozofları)nın , İslâm felsefesi adına yaptıkları çalışmalara nasıl eleştirel bir yaklaşım getirdiğini görmemize yardımcı olur.
Sorunu daha da detaylandırabiliriz. Ancak, buraya kadar sözünü ettiğimiz bilimsellik, bilimsel akıl ve bilimsel bilgiyi yeniden bir tahlile tabi tutup düşünmeye başlayabiliriz.
Ve yukarıdaki soruyu şimdi sorabiliriz kendi kendimize: Bilimsel bilgi masum mudur?