TR EN

Dil Seçin

Ara

Evren, Bilim ve İnanç

Geçtiğimiz Mayıs ayı içinde İstanbul Cemal Reşit Rey Salonu’nda “Evren, Bilim ve İnanç” başlığını taşıyan önemli bir konferans yapıldı. Mustafa Akyol’un açış konuşmasını yaptığı konferansa Kanadalı fizik felsefecisi Prof. Bruce Gordon, ABD’li fizik profesörü John A. Bloom’un yanı sıra, Türkiye’den, yakından tanıdığımız iki isim, Ümit Şimşek katıldı.

Her şeyden önce, neden böyle bir konferansa ihtiyaç duyuldu? Bu sorunun cevabını konuşmacı tebliğ özetlerinde görmek mümkün. Mustafa Akyol’un konuşma özetinde belirtildiği gibi, “On dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı ve Türk aydınları ‘Batı bilimi’nin etkisinde kaldılar. Bu bilim, Türk toplumunun geleneksel inanç ve değerlerine ters düşen bazı materyalist öğretiler de içerdiği için, zamanla ortaya ‘Batılılaşmış seçkinler’ ile ‘geleneksel dindarlar’ arasında süregiden bir sürtüşme çıktı. Oysa ‘Batılılaşmış seçkinler’in fark etmedikleri bir şey vardı: Bilim zannederek benimsedikleri materyalist öğretiler, felsefi bir inançtan başka bir şey değildi. Bunun böyle olduğu zamanla ortaya çıkmakla kalmadı, son birkaç on yıl içinde bilimsel veriler bunların aleyhine dönmeye başladı. Ve artık bunları görmenin ve din-bilim ikilemini yeniden düşünmenin zamanı geldi.”

Evet, konferansın asıl hedefi son cümlede ifadesini buluyor: “Din-bilim ikilemini yeniden düşünmenin zamanı geldi.” Bu ikisini yüzyıllardır birbirinin düşmanı gibi gösteren modern bilim düşüncesinin yol açtığı önkabuller ve önyargıların hâlâ yürürlükte olduğunu hatırlarsak, konferansın zamanlamasının başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Aslında bilim dünyası da epey bir süredir kendi içinde önemli bir kırılma yaşıyor. Artık her şeyin materyalizme indirgenemeyeceğini gören pek çok Batılı bilim adamının “Peki o zaman bilime bundan sonra ne yol gösterecek?” sorusunu en azından vicdanlarında sıklıkla sorar hâle geldiği bir dönemdeyiz. Özellikle Darwinizmin eski şaşaasından eser kalmadığı, tüm kusurlarına rağmen kâinatın bir yaratıcısı olduğunu ihsas eden Big Bang ve Akıllı Tasarım gibi teorilerin revaç bulduğu göz önüne alınırsa, bilim dünyasının (en azından belli bir kısmının) kendisine yeni bir istikâmet arayışında olduğu açıkça görülebilir.

Bu arayışın önemli yansımalarından birini de, bilim adamlarının materyalist ve insan-merkezli bir bakış açısı yerine, giderek kâinata yaratıcı-merkezli bir perspektif içinden bakmaya başlamaları oluşturuyor.

Örneğin, modern bilim düşüncesine geçişte önemli rol oynamış ve dünyanın evrenin merkezinde olduğunu reddeden “Kopernik Modeli”, dünyanın fiziksel anlamda uzay denen uçsuz bucaksız okyanusta bir nokta bile olmadığını, dolayısıyla evrenin merkezi olamayacağını haykırıyordu. Günümüze kadar etkisini sürdüren materyalist felsefeye dayalı bilim anlayışı, bu temel üzerine kurulmuştu.

Ne var ki, günümüzde bilim adamları arasında Kopernik Modeli’nden önce yaygın biçimde kabul gören “Batlamyus Modeli”ne geri dönüş yaşanıyor. Dünyanın evrenin merkezinde yer aldığını iddia eden Batlamyus Modeli içinden bakan profesör John A. Bloom, konuşmasında Brandon Carter’dan yaptığı şu alıntıyla Kopernik Modeli ve ona dayalı materyalist bilim anlayışının âdeta yıkılışını haber veriyordu. “Evet, fiziksel anlamda evrenin merkezinde değiliz, ama amaçsal anlamda evrenin merkezindeyiz. Her şey insanın yaşaması ve hayatta kalması için yapılmış.”

Bloom’un konuşması sırasında aktardığı bir başka ince bilgi de, evrenin amaçsal anlamda merkezinde olduğumuzu şık biçimde kanıtlıyor. Bilindiği üzere, dünyanın da içinde bulunduğu Güneş sistemi, samanyolu galaksisi içinde bulunuyor. Fakat güneş sistemi, bu galaksinin merkezinde değil, kıyısında. Kopernik modeliyle bakıldığında, bu dahi dünyanın evrenin merkezinde olmadığının bir delili. Zira, merkez, tıpkı bir çemberin merkezinin çemberin tam orta noktasında olmalı bu anlayışa göre.

Fakat Bloom açısından, dünya iyi ki samanyolu galaksisinin ortasında yer almıyor. Çünkü öyle olsaydı, güneş sisteminin etrafındaki yakın ve çok sayıdaki yıldız nedeniyle kafamızı yukarı kaldırdığımızda şimdiki gibi yıldızları rahat bir görüş açısıyla seyredemeyecektik. Samanyolu’nun kıyısında-kenarında oluşumuz, özellikle dünya üzerinde yaşayan biz insanların uzayı daha iyi seyredebilmesi için düzenlenmişe benziyor.

Bloom, konuşmasının devamında, Kopernik-sonrası yaygın olarak dillendirilen “Dünya gibi bir sürü gezegen var” iddiasını çürütmeyi de ihmal etmedi. Zaten tebliği Özel Gezegen Dünya başlığını taşıyordu. Nispeten yakın zamanda keşfedilmiş Orion Nebulası üzerinden anlattıkları, dünyanın hakikaten ne kadar özel bir gezegen olduğunu gözler önüne serdi.

Orion Nebulası, tıpkı güneş sisteminin oluşumu gibi toz ve duman halinden gezegenler üretmeye çalışıyor, ama başarılı olamıyor. Çünkü bu nebulada, daha oluşma aşamasında gezegenlerin %90’ı, çok yakında bulunan yıldızların etkisiyle yanıyor ve gezegen olamadan yok oluyor. Zaten kâinatta gezegen olmayı sağlayacak materyal de sınırlı. O yüzden, her yıldız gezegen olamıyor.

Ayrıca bir yıldızın gezegen olması için eliptik yörüngeye ihtiyaç var. Fakat keşfedilen 200’ü aşkın güneş benzeri yıldız içinden sadece ikisinin eliptik yörüngesinin olduğu tespit edildi. Bu yönüyle bakıldığında sadece dünya değil, dünyanın içinde yer aldığı güneş sistemi de gerçekten kendisine has ayrıcalıklar ihtiva ediyor.

Kanadalı fizik felsefecisi Bruce Gordon ise, konunun felsefî yönüne ilişkin bir tebliğ sundu. Gordon tebliğinde çağdaş evrenbilim araştırmalarının temel hedefinin bugün “evrenin varoluşunu açıklamak” olduğunu izah ettikten sonra, bu yönde yapılmış bilimsel verilere dayalı felsefî çabaların tarihsel geçmişini özetledi.

Gazalî’de zirveye çıkan kelâm düşüncesinin İslâm öncesi Hristiyan dünyasındaki köklerine işaret eden Gordon, modern fiziğin günümüzde Gazalî’nin kâinatın kökeniyle ilgili felsefî-dinî düşüncelerini çok dikkatle incelediğini belirtti. Ona göre, Gazalî’nin kelâm düşüncesi, modern fizikçileri kuantum evrenbilim dünyasında kâinatın nasıl bir amaçla varolduğunu anlamaya sevk ederek, kâinatın sonlu geçmişi üzerinde düşünmeye yöneltiyor.

Gazalî’nin kelâm düşüncesinin esası şuydu: “Kâinatta ince ayarlanmış evrensel sabitler var. Bunlar her dakika değişikliğe uğrasaydı, hayat olmazdı. İnce ayarlanmış bu evrensel sabitler, kâinatın bir amacı olduğunu gösterdiği kadar, kâinatın bir başlangıcının olması gerektiğini gösteriyor.”

“Evren, Bilim ve İnanç” başlığını taşıyan konferansta öne çıkarılmayı hak eden bir diğer konuşmacı, hiç şüphesiz, bu sahada ülkemizde yıllardır çalışmalarıyla tanınan araştırmacı Ümit Şimşek. Şimşek, konuşmasında herkesin kolaylıkla anlayabileceği bir ‘kâinat okuma modeli’ sundu.

Bu modelin en temelinde kâinata nasıl bakılacağı sorusu yatıyor. Kâinatın bir “eser” olduğu ve ona bu gözle bakılması gerektiğini vurgulayan Şimşek, Said Nursi’nin açtığı perspektif üzerinden basitleştirilmiş bir anlatımla, eser tanımlamasının mantıksal sonuçlarını sorguladı.

Her eserin arkasında kaçınılmaz olarak bir “fiil” bulunur. Ortada bir şarkı varsa, bir beste var demektir. Gözümüzün önünde bir resim varsa, bir tasvir yapılmış demektir. Bir gelincik çiçeğinde ya da sayısız gelincik çiçeğinin bir araya geldiği bir dağ yamacındaki kızıllıkta, yine gün batımında güneşin kızıllığında, muhteşem bir “renklendirme” fiili söz konusudur.

Ümit Şimşek’e göre, “eserden müessire” giden yolun bu iki durağından sonra gelen bir sonraki durak, “unvan”dır. Eğer bir yerde bir resim varsa, arkasında bir tasvir, onun da arkasında bir Musavvir unvanı var demektir. Eğer bir yerde renkler varsa, arkasında bir renklendirme fiili, onun da arkasında bir Renklendiren var demektir.

Kâinat adlı eserin ne kadar mükemmel (dolayısıyla Sanatkâr’ının ne kadar mahir) olduğunu kavrayabilmek için eserlerin arkasında görünen fiillere ilişkin Ümit Şimşek’e göre şu üç sorunun sorulması gerekiyor:

1- Bu fiiller bir sonuca yönelik midir?

2- Bu fiillerin eserinde bir kusur var mı?

3- Daha iyisi olabilir miydi?

Şimşek, konuşmasının devamında, bal arısı, sinek, bir yumurtadan çıkan civciv ve daha pek çok örnek üzerinden kâinat sergisinde görülen her eserin bir amaca yönelik olduğu, bir kusur bulunmadığı ve çevreyle bütünleşmesi açısından bakıldığında bu eserlerin daha iyisinin de olamayacağını çarpıcı bir sunumla gözler önüne serdi. Belki sunumunu zengin görsel malzemelerle desteklemiş olsaydı, izleyicilerde uyandıracağı etki daha güçlü olabilirdi.

Ümit Şimşek’in konuşması, yabancı konuşmacılar tarafından da dikkatle dinlendi. Özelde Risale-i Nur gibi zengin bir kaynaktan beslenilerek hazırlanmış sunum, konferansı izleyenlerde de, Batı ile İslâm arasındaki perspektif farkının net olarak görülmesine yardımcı oldu. Buna göre Batı’da bilim çalışmaları ile Rab arasında hâlâ ciddi bir mesafe bulunurken, özellikle Risale-i Nur’un “eserden müessire” metodunun çok daha başarılı bir kâinat-yaratıcı ilişkisi kurduğu anlaşıldı.

Öyle görünüyor ki, önümüzdeki dönemde materyalizmden tövbe eden Batılı bilim adamlarına tanrı-merkezli bir bilim kurma çalışmalarında Müslüman fikir adamlarının ve özelde Risale-i Nur’dan beslenen imanî ve ilmî fikirlerin büyük yardımı olacak.