“Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr
De’b-i edeb ebed-müddet Kurân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr” (Lemaat)
Yani Batı’nın dehaya dayanan, nefis ve idefikslere (heveslere-arzulara) hizmet eden sanat ve estetik anlayışı, Kurân’ın Hüda’ya dayanan ve insanın aklını, kalbini aydınlatan, ruhun gıdası ve şifası olan sanat ve estetik anlayışına ulaşamaz.
…
Avrupa sanatının temelleri mitoloji, (Musalar) esin perileri, ikonografi, felsefe ve estetiktir.
İslam sanatının temelleri ise inanç, ilham, rıza-yı ilahi, belagat ve bediiyattır (estetik). İslam sanatçısı mütevazidir, imzasını bile Hiç, El-Fakir, El-Aciz diye atar. Kendisini İlahi sanatın öğrencisi ve muhatabı olarak görür. İslam sanatında sanatçı yaratmaz. İlahi güzelliğe ve yaratılışa mazhar olur. Yani İlahi isim ve sıfatların aynası olur. Güneşin ışıklarını yansıtan su kabarcığı veya ayna gibi kendisi bir hiçtir ama Şems-i Ezeliye tecelligâh olmuştur.
İstanbul’u gezen ve bilhassa Mimar Sinan’ın eserlerini gören bütün yabancı sanat ve kültür adamlarının sıklıkla sordukları bir soru vardır: “Böyle muhteşem bir mimarinin muhakkak bir estetik anlayışı da olmalı.”
Ünlü Rus ressamı Kandinsky’nin İstanbul ziyareti sırasında Sultan Ahmet Camii önünde durup hayran hayran bakarken adeta eserin estetik manifestosunu okuduğunu eşine yazdığı anılarında anlatır.
…
Kendi kaynaklarımız kütüphanelerin tozlu raflarında saklanırken biz ise hâlâ şaşkın şaşkın Batı estetiği ve sanat felsefesi ile meşgulüz. Henüz dedelerimizin kitaplarını okumadık. Kültür kaynaklarımız, bilhassa sanat, estetik ve belagat kitapları yeni yeni günümüz insanına hitap edecek şekilde yayınlanmaya başladı.
Bize, öğrenciyken Osmanlı sanatkârlarının çok muhteşem sanat eserleri üretmelerine rağmen sanatın teorisini yazmadıkları söylendi. Ne de olsa Yörük ve Göçebe Türkler sözlü edebiyata sahipti. Ancak hakikat hiç de öyle değil. Kadim medeniyetimizin kitapları sadece İstanbul’da değil dünyanın her yerinde, kütüphanelerde ve arşivlerde saklanıyor. Hatta pek çok ülke kütüphanesinde açık erişim de var.
Osmanlı dönemine ait birkaç Risale-i Mimariye kitabı vardır. “Mimar Sinan’ın Günlükleri” bu kitaplar arasında en kıymetli olanıdır. Bütün hayatı boyunca yaptığı eserlerin listeleri ve öykülerinden bahsettiği bu günlükleri yardımcısı Sai Çelebi’ye yazdırmış. Sinan, devletin Hassa Mimarlar Ocağının başıdır. Yani bugünkü imar ve bayındırlık bakanlığı gibi. Ehl-i Hiref teşkilatı gibi saraya bağlı çalışan bütün sanatkârlar onun emrinde kayıtlıdır.
Mimar Sinan’ın Tezkiretü’l-Bünyan ve Tezkiretü’l-Ebniye isimleri ile el yazma günlüklerinin nüshaları farklı kütüphane ve arşivlerde kayıtlıdır. Bu günlüklerinde kendi hayat hikayesi, nasıl mimar olduğu ve nasıl başarılı eserler üretmeye muvaffak olduğunu anlatır. Tabi ki bu arada kendi sanat felsefesini de ortaya koyar.
Örneğin Selimiye camiini şöyle anlatır:
Menar-ı çar güya çar-yar-ı Fahr-i alemdür
O günbedde alem Nur-u Nebi’ye olunur ima.
Yani, Caminin Kubbesi Hazreti Peygambere, dört minaresi de onun güzide arkadaşları, dört halifeye gönderme yapar.
…
Osmanlı medreselerinin en esaslı ilimlerinden olan Belagat ilmi, Fenni Beyan, Fenni Maani ve Fenni Bedi diye üçe ayrılır. Fenni Bedi, Bediiyat yani bugünkü Estetik bilimidir.
Yine Selimiye camii için yazılan kasidede şu beyit onun estetik anlayışına da ima eder:
Acayib ihtimam etmişdürür fenn-i bedi’inde
Beyanı kabil-i tâbir olanlardan değül asla.
Yani, Selimiye camiini sanat ve estetik ile öyle özenerek bina etmiştir ki, taşıdığı anlamları kağıda dökmek mümkün değildir.
Mimar Sinan’ın el yazma günlüklerinden Tezkiretü’l-Bünyan