TR EN

Dil Seçin

Ara

Ruh Konuşması

Ruh Konuşması

Anne ve babaların kafasının hayli karışık olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Etrafta çok fazla uğultu var. Sokak, Tanpınar’ın benzetmesiyle bir ‘uğultu değirmeni’dir artık ve Ahmet Haşim’in ‘yorgun başın munis bir ilticagâh’ı olarak nitelediği sinemanın yerini ekran almıştır.

Anne ve babaların kafasının hayli karışık olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Etrafta çok fazla uğultu var. Sokak, Tanpınar’ın benzetmesiyle bir ‘uğultu değirmeni’dir artık ve Ahmet Haşim’in ‘yorgun başın munis bir ilticagâh’ı olarak nitelediği sinemanın yerini ekran almıştır.

Yorulan başımızı artık ekranın söylediği ninnilerle dinlendiriyoruz. Bu arada, medya çağında nasıl bir anne babalığın doğru olduğunu da şaşırmış durumdayız, endüstri destekli kültür, bizi ‘çölde kaybolmuş kimseler’ gibi yönsüz ve yurtsuz bırakmış durumda. 

Endüstri kaynaklı kültür, tüketimi artırmak ve bize bazı şeyleri ihtiyaç olarak hissettirmek için medya üzerinden inanç ve istekleri yönlendiriyor. Bunu popüler kültürü çoğaltarak, yeniden üreterek ve yaygınlaştırarak yapıyor. Medya yöneticileri için hava hoş, “Düğmeyi kapatın ve çocuklarınızı sunduğumuz zararlı etkilerden koruyun” diyorlar. Oysa ekran bize sadece evimizden değil, sokaktan, işyerinden, okuldan ve soluduğumuz havadan da nüfuz ediyor. Kültürel etkiler, gözle görülmeseler de yaygın ve güçlü.

Endüstri kaynaklı kültür, çocukları giderek daha erken yaşlarda, ailelerinin izni olmadan karar vermeye zorluyor. 

Zamanından önce cinsel kimlik rollerine bürünen, tüketici kimliğini çok erken yaşlardan itibaren edinen, çabuk büyümüş kuşaklar geliyor. Ebeveyn otoritesi de zayıflıyor ve çocukların gözünde aptal görülen ve haksızlıkla suçlanan ebeveynler, onlara söz geçiremiyor. 

Soru şu: Otorite ve sorumluluğu zayıflatan endüstri kaynaklı kültür içinde çocuklarımızın sağlıklı bir özerklik kazanarak büyümelerini nasıl sağlayabiliriz? 

Endüstri kaynaklı kültür, kitlelerin dikkatini sansasyonel ve içeriksiz yönlere çekerek analiz ve düşünce süreçlerini bastırıyor. Çizgi filmler ve video oyunları yüksek oranda şiddet içeriyor ve bu bize çocuklarda artan agresif davranışlar ve şiddet olarak geri dönüyor. Medyada ‘anormal’ içerik arttıkça, sosyal ‘kabul görme’ de artıyor. Gerçek dünya, ekran gibi görülüyor ve bununla birlikte insan davranışları ve sosyal normlar değişiyor. Görsel medyada sürekli olarak hazır sunulan ve hızlı değişen imgeler; düşünme yeteneğinde azalma, kısalmış dikkat süresi, hiperaktivite ve dürtüsellik gibi sorunlara yol açıyor. Ayrıca çocukların hayal gücü zayıflıyor ve medyanın kendilerine sunduğu imajlarla sınırlı kalıyor.

Endüstri kaynaklı kültürde dünya adeta bir makine, bireyler de nesne hüviyetinde. Yalancı ihtiyaç ve bağımlılıklar var. Gerçeğe uymayan çabuk sorun çözme yöntemleri emrimize amade artık, sit-com dizilerde sorunlara şipşak çözümler bulunuveriyor. Oysa gerçek hayatta belirsizlik mevcut ve sonuçlar hiçbir zaman garantili değil.

Çünkü insanca ihtiyaçlar var; ve insanlar nesne değil, duyguları ve düşünceleri olan sahici varlıklar. 

Dış dünyayı hayatımızdaki en etkin kuvvet olarak algılarız. Endüstri kaynaklı kültür, var olmak için ‘materyal’ üzerinde durarak, dış dünyaya odaklanmaktadır. Çocuklarımızı karakter sahibi, dürüst, empatik, cömert bireyler olarak yetiştirmek istiyorsak, onlara iç dünyalarına yönlendirecek ortamlar oluşturmalıyız. İç dünya deyip geçmeyin: Kendimizle tanıştığımız, amaç kazandığımız, özbenliğimizi inşa edip benzersiz bireyler olduğumuzu, kendimizi ve dolayısıyla başkalarını takdir eden kişiler olduğumuzu fark ettiğimiz bir yer, bir uzaydır iç dünya. Unutmayalım ki anne veya baba olmak; aklı ve kalbi, sevgiyi ve zekayı, iletişim ve sessizliği birleştirebilmeyi gerektiren bir sanattır. 

Geçen yüzyılın başında, ülkenin kimi bölgelerinde, Rus babalar çocuklarıyla ‘ruh konuşması’ yaparlarmış. Saatler süren bu konuşma çocuğu olgunlaştıran, yetişkinliğe hazırlayan, ona birey olarak değer veren bir anlayışı işaret ediyor. Bir babanın zamanımızda çocuğuyla günde ortalama on dakika konuştuğunu hatırda tutarsak, çocukların uğradığı mahrumiyeti anlayabiliriz. Yetişkinlerle yapılmış iyi bir konuşma çocuğun beynini uyarır, zaten akışkan ve dinamik bir yapı olan beyin böyle bir konuşmayla değişir, sinir hücreleri yeni dallanmalarla genişler. Ergenlikten sonra beyin pek az büyüyebilir, o yüzden iyi ve güzel bir konuşma çocuk beyninin besinidir. 

Yeni sözcükler beyni açık bir biçimde uyarırsa da günümüzde televizyonda kullanılan kelime dağarı giderek daralmaktadır. Televizyon dili öyle ayarlanmaktadır ki onu izleyen insanlar kendilerini aptal hissetmesin ve program içinde gösterilen reklamlara kendilerini kapatmasınlar. Edilgen TV izleyiciliği ile beyni dumura uğrayan çocuk umudunu yitirir, zira dış senaryonun yerine geçecek bir iç senaryo tahayyül edemez. Dış senaryo kirli, vahşi, çirkin ve çürüyen bir dünyanın resmini çizmektedir ve yeni bir senaryo hayal edemeyen çocuk, çevre tarafından kurbanlaştırıldığını düşünür. 

Okullar artık televizyon tarafından özürlü hale getirilmiş çocuklarla dolu. Öğrenme güçlüğü veya dikkat eksikliği gibi sorunlar günümüzde çok daha fazla teşhis ediliyor. Çocukları okullarda tutmak eskisinden daha zor. Beyin, televizyonun zehirli etkisiyle hıza alıştırılıyor. İmgelerin hızla değiştiği, şeylerin patladığı, şiddetin sıradanlaştığı, dilin giderek daraldığı bir medya ortamı içinde çocuklar; ders çalışmak, kitap okumak veya düşünmek gibi yavaşlık ve dikkat gerektiren eylemleri yapamaz hale geliyorlar. 

“Görme zafer kazanır; çünkü faydalıdır” diye yazmıştı Jacques Ellul olağanüstü güzellikteki kitabı Sözün Düşüşü’nde. “Görme bizi düşünme ve hatırlama derdinden kurtarır.” Hız unutturur. İmge bombardımanı bizi hatırlamak derdinden kurtarır. Ekran bizi seyirci kılar, seyirci eylemin peşinde koşan kişi değildir, ‘seyirciye dönüşen varlığımız herhangi bir eylemde bulunma imkânımızı felce uğratır.’

Televizyonun başını çektiği bir bayağılaştırma rüzgârı, önüne kattığı her şeyi basitleştirip satılabilir hale dönüştürerek sürüklüyor. Güldüren, ağlatan, tiksindiren, öfkelendiren, iç gıcıklayan her yapım özde ne sunduğuna bakılmaksızın izlenme cetvellerinde yerini alıyor. Televizyonla evlerimize bir ergen ruh halinin tohumları ekiliyor: Her an göbek atmaya hazır, dürtülerini salıvermeye meyilli, bendini aşıp taşmaya dünden razı bir toplumuz artık. Ergenliğin o uçarı neşesine ve denetimsizliğine kapılmış, yetişkinliğin yani hazzı geciktirebilmenin olgunluğunu yitirmiş bir ‘yırtık’ insanlar topluluğuyuz. 

Erişkinler ergen gibi davranıyor ve ergenler büyümeyi reddediyor. Pek az insan ciddi konulara ilgi duyuyor. Çalışmak yerine kısa yoldan şöhret olmak yeğ tutuluyor. Düş ve uyanıklık arasındaki çizgi muğlaklaşıyor. Ekranın görmediği ve göstermediği bir hayatı yaşanmamış saymaya başlıyoruz. Bayağılaşma, hazzı hemen tatmin edilmesi gereken bir şey olarak tanımlıyor, dürtüler üzerindeki denetime savaş açıyor. Yaşamanın getireceği bilgelik lügatlerden siliniyor. Hızlı, sığ ve anlık yaşamak günün düsturu oluyor. Böyle bir hayat ‘lifestyle’ yazarları ile propaganda ediliyor. Adanmak yok, ülkü yok, derinlik yok. İmgenin saltanatı. Sözün düşüşü.

Kıssadan hisse: Çocuklarınızı bir ruh konuşmasına çağırın. Onların sinir hücrelerini yeni sözcüklerle şaşırtın, beyinlerinde yeni kıvılcımlar çaktırın, zihinsel özürlü olmalarına izin vermeyin. Ruhların iğdiş edilmesine karşı durun. Televizyonunuzu kapatmayı unutmayın.