TR EN

Dil Seçin

Ara

Payım(ız)a Hüzün Düştü

İçinde çalı çırpı dolaştırılıyormuş gibi yaşamanın nasıl bir şey olduğunu tahmin ediyorum. Sızım sızım akan bir hüznün, acının orta yerinde çıplak ayakla kalmanın derin yalnızlığını...

Bunu görmek, bunu yaşamak karamsarlık denen şeyle izah edilemez. Hayır, karamsarlık başka bir şey... Olup bitene anlam verememek, dolayısıyla anlamsızlık içinde boşluğa yuvarlanmaktır karamsarlık. Oysa biz anlama sahibiz, çok şükür. O var ve hiçbir şey O’ndan bağımsız değildir. Evet, O öyle diyor; şunun bunun omuz vermekten çekindiği bir ‘hayat’a insanın hemencecik kabullenmesinden bahis açıyor. Hikmetle göbekten bağlı bu kabullenişin nasıl bir şey olduğunu yaşayanlar bilir, bütün doğanlar değil, sahiden yaşayanlar bilir. Kalbini diri tutan ve vicdanlarını parlatanlar fark eder, o kadim kabullenişin ne büyük bir iş olduğunu. Hem çok isteyen hem de çok aciz insanın trajikliğini... Ancak ellerinin uzanabilen alanına hükmeden insanın sonsuzluğu arzulaması trajik değil de nedir?

Evet, zor bir hayata yazgılıyız. Üstad’ın tespitini hatırlayalım: ‘Ölüm, mümin için bir terhis belgesidir.’ En dip, en gizli kuytularına kadar hayatı hissetmemişlerin ve bir şekilde ‘askerlik’ denen şeyi bilmeyenlerin farketmekte zorlanacakları bir tespit bu. Askerlik ki, yirmi dört saatin kurallarla yaşanmasıdır. Düğmenizi nasıl ilikleyeceğiniz, lavaboda neyi ne şekilde yapmanız, yürürken neye dikkat etmeniz, banyo saatleriniz, uyku aralıklarınız, neredeyse kalp atış saatleriniz tespit edilmiştir. Gününüzün en küçük noktasında dahi ‘ölçülü’ olmanızın, ona uyum göstermek kaygısı içinde yaşamanın nasıl bir gerilim yaşattığını yaşayan bilir. İnsanın iç istekleriyle kendisini kuşatan mekânın dayattığı şartlar arasında çatışma oldu mu, rahatsızlık ve gerginlik başlar. İç ile dışın çatıştığı yerde kavga vardır; güven duygusu alıp başını gider, kaygı gelir onun yerine. Kaygı ki, içte dolaştırılan çalı çırpıdır.

Büyük bölümü, hayat üzerine konuşmalar olan felsefeye baktığımızda çok şey söyleniyor. Özellikle varoluşçuların kazıyıp kazıyıp ortaya çıkardıkları şey, bu durumdan uç verir. Kendi okumalarımdan, dahası kalbim ve zihnimle yaşadığım serüvenimden, içsel tarihimden çıkardığım sonuç şu: insan olarak omuzladığımız ya da yaşamak durumunda bırakıldığımız şey zor bir şey. Hayat hem kışkırtıcı hem de acıtıcı... Şuna inanırım: herkes insan olma imkânıyla doğar, ama herkes insan olarak ölmez. Ya da şöyle; kimileri beraberinde taşıdıkları insanî tohumların (özetle, ‘iyi’ ve ‘kötü’) çatışması, karşılaşması ve birliktelikleri içinde ‘iyi’ olanı köpürtmek mücadelesini verir, içindeki ‘kötü’yü terbiye eder. Böyle yaşamakla da; çoğunlukla hazla soslanmış arzunun kışkırtıcı çağrılarına kulak tıkamanın dayanılmaz ağırlığıyla omuzları çöker. Bu çağrılar, özetle ‘dünya’yı esas alır, dünyanın kalıcılığı yanılsaması üzerinde kurumsallaşır.

İnsanız ve de isteriz! Doğu’nun da, Batı’nın da; buranın da, ötenin de sahibi elbette ki bizi bütünüyle hazdan yoksun, coşkudan mahrum bir hayata yazmamıştır; meşru daire denen yerde insanı doyurabilecek şeyler vardır. Ancak biliyoruz ki insanın gözü doymaz, çünkü o ‘sonsuzluğa’ yazılmıştır, sonsuzu ister. Bunun için tatminsiz ve gözü doymazdır. İnsan ne yapsın, böyledir biraz, böyle yaratılmıştır.

Çözüm mü?

Birinin çözümü başkasının çözümü olmaz. En azından her zaman... Herkesin kendi serüvenini yaşaması en iyisi. Yolu acıya varacaksa insanın, varsın. Bize sahici bir hayatı vermeyen, içimizi adam akıllı doldurmayan bir lay lay lom’un sonunda farkedeceğimiz şey, koca bir hiçse, anlamı doğuran hüzünlü ve ağır bir hayat daha iyidir. Kalbimizin acılarını çekmek en doğrusu. Bu acıları, yalan şeylerle bastıracağımıza, onların diplerine, çıktıkları yere bakmalı, varsa oralarda bir boşluk oraları doldurma yoluna girmeliyiz.

Böylesi ağır bir hayatı yaşarken, onu bize dayanılır kılan şeyin ne olabileceği konusunu konuşuyoruz. Kendimce çözümü, ‘okuma’ya kaçmakta buluyorum. En has insanların, kalplerine kadar inebilmiş insanların hayatla karşılaştıklarında neyi hissettiklerinden, hissedip neyi konuştuklarından, üzerlerine gelen hayata karşı hangi sözü söylediklerinden kendime dersler çıkarıyorum. Kendi sığınağımda yaşamaya devam ediyorum. Hüzne dairim çünkü buralara ait olmadığımı biliyorum. Ait olmadığımız bir yerde, buraya aitmişiz gibi yaşamanın yanılgısının yurdu bu yerde düşmemek telaşı içindeyim. Düşüp kalkmalar içinde, içim ile dışım arasında geçen kavgalarda az yarayla kurtulmaya bakıyorum.

İyi ki, acılarım var diyorum, iyi ki hisseden bir kalbim var. Ya hiç hissetmeseydim. En büyük problemi; tuttuğu takımın şampiyon olup olmaması, gireceği sınavı geçip geçmemesi.. gibi durumlar olan biri olmak da vardı hesapta. Evet, insanî acılarım var. Ama bütün bunların bir anlamı olduğunu biliyorum. Acılarımın da anlamı olduğunu ve nihayette, mutlak kötü diye bir şeyin olamayacağını... Günün içine sıkışıp kaldığımızdan, bugün canımızı acıtan şeyin sonraki hayatımıza neyi taşıyacağını bilmiyoruz. Bu bilmeyiş bizi kötücül kılıyor. ‘Hayr’ ve ‘şer’ üzerindeki yorumlarımız, ‘gün’ün ‘dar’lığından epey nasipleniyor.

Oysa O var. Ve O var olduğu için anlam var. Yaşananlara bir anlam buluyorsak, yaşanan her neyse, hiçbir şey bizi boşlukta bırakmayacaktır.