TR EN

Dil Seçin

Ara

Risale-i Nur Dersleri

YİRMİ İKİNCİ SÖZ

İKİNCİ MAKAM / BİRİNCİ LEM’A

“Birinci nükte içinde bir ihtar:

Ey esbab-perest gafil! Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister.”

nükte: ince anlam, ince anlamlı söz ihtar: hatırlatma esbab: sebepler, vasıtalar esbab-perest: Yaratıcının gücünü sebeplerde arayan kimse gafil: habersiz, duyarsız izzet: üstünlük, şereflilik azamet: ululuk

 

Sebep sözcüğünün çoğulu olan “esbab”, varlıkların ve olayların meydana gelişinde vasıta olan şeylere denir. Meselâ, bulut, yağmurun bir sebebidir; yağmur, ışık, toprak gibi vasıtalar da bir bitkinin yeşermesinde rol oynayan sebeplerdir. Biz bu âlemde her şeyin sebeplere bağlı olarak cereyan ettiğini görürüz. Gerçekte her şey doğrudan doğruya Allah’ın yaratmasıyla vücuda gelmekte ise de, bütün bunlar birtakım sebeplerin sonucu olarak ortaya çıkar. Sebepler ve sonuçlar arasındaki ilişki o kadar güçlü bir yasa olarak işlemektedir ki, iman gözüyle bakmayan kimse, olayların her zaman bu şekilde cereyan ettiğini gördüğü için, sonuçları tümüyle sebeplere bağlayabilir. Oysa sebeplerin yaratılması da, tıpkı sonuçların yaratılması gibi, İlâhî kudretin eseridir. Bununla beraber, sebeplerin varlığı da bazı önemli hikmetlerin sonucudur ki, Bediüzzaman, “izzet ve azametin izharını” bu hikmetlerin başında saymakta ve eserlerinin pek çok yerinde bu hakikate işaret etmektedir. Özetle:

Yüce Allah bu dünyayı bir imtihan yeri olarak düzenlemiş ve burada iyilik ve kötülükleri, güzellik ve çirkinlikleri, yararlı ve zararlı şeyleri bir arada var etmiştir. Âhirette ise birbirine zıt olan bu şeyler birbirinden ayrılacak, sebepler ortadan kalkacak, herkes sonsuz kudret sahibi Rabbinin işlerini açıkça görecektir. Ancak iyiliklerle kötülüklerin karışık bir halde yer aldığı bu dünyada, insanın hoşuna gitmeyen pek çok şey vardır. Eğer insan hoşlanmadığı şeylerin de doğrudan doğruya İlâhî irade ve kudretin sonucu olarak yaratılmakta olduğunu açıkça görecek olsa, bu hadiselerin asıl hikmetini kavrayamadığı için, cahillik edip Rabbinin takdirinde kusur aramaya başlar. Ayrıca, beşerî bakış açısı, bu dünya hayatının ufak tefek, önemsiz, çirkin ve pis işlerine, yine hikmetini kavrayamadığı için, İlâhî kudretin doğrudan doğruya karışmasını yakıştıramaz. Bu nedenlerden doğacak şikâyet ve itirazların İlâhî kudrete yönelmesi ise kulun imanını tehlikeye sokar. Onun için, Yüce Allah, sonsuz hikmetinin ve rahmetinin bir eseri olarak, işlerine sebepleri perde yapmıştır.

Bu, izzetin gereğidir; çünkü Allah azizdir; değersizliği ve güçsüzlüğü hatıra getirecek her türlü noksan sıfattan sonsuz derecede yücedir ve sonsuz kudret ve üstünlük sahibidir.

Bu, aynı zamanda azametin de gereğidir; çünkü Yüce Allah, her şeyi her haliyle kuşatan, en dehşetli varlıkları en küçük bir zerreyle beraber hükmüne boyun eğdiren ve bütün âlemlerde sonsuz kudretinin eserlerini gösteren bir ululuk sahibidir.

O, göklerin ve yerin tedbirini görmekle, yıldızlara zerreler gibi manevra yaptırmak, kullarına güneşi bir soba yapmak, bir çiçeğin duasına bulutlarla cevap vermek, nokta kadar çekirdekten dağ büyüklüğünde ağaç çıkarmak gibi icraatıyla, sebepler perdesi üzerinde izzet ve azametini gösterir. 

Aynı sebepler, insanın haşmetli ve heybetli faaliyetler olarak hayretle seyrettiği işlerde Yer ve Gökler Rabbinin ululuğunu gösterirken; basit, küçük ve çirkin görünen işlerde de İlâhî kudretin önünde bir perde olur, insanın ilk bakışta Yer ve Gökler Rabbinin büyüklüğüne, hikmetine, rahmetine yakıştıramayacağı şeyler hakkında nazarları kendilerine çeker, tenkit ve şikâyetlere hedef olurlar. Böylece, insan, Alemlerin Rabbinin şanına yakıştıramadığı önemsiz veya çirkin işlerde, yahut hastalıklar, ölümler, felâketler gibi, içyüzünü kavrayamadığı için hoş karşılamadığı hadiselerde, karşısında doğrudan doğruya İlâhî kudreti değil de, onun perdesi olan sebepleri görür. Bu noktada gaflet, yani sebeplerin ardında iş gören İlâhî kudretten habersiz davranmak, insan hakkında bir nimet hükmüne geçer. Zira dış görünüşü itibarıyla çirkin ve kötü olan işlerin ardındaki hikmetleri görebilmek pek az kimseye nasip olan bir lütuftur ki, bunun güzel bir örneği, Kehf Sûresinin 60-82’nci âyetlerinde, Hz. Musa ile Hızır’ın kıssasında anlatılmıştır.