TR EN

Dil Seçin

Ara

Bayram Gelmiş Neyim(iz)e…

Yine bitti...

Zaten hiç anlamayız Ramazan’ın nasıl öyle çabuk bitebildiğini. Uhrevî anlamda kalbimizi dolduran sımsıcak bereketi bir yana, günlük hayatımıza yansıyan renkleri de özlenenler arasına katılıverir gittiğinde. Meselâ bir ay süreyle ‘sahur’ diye bir mefhum girer hayatımıza.

Sahurlar, uyku ile pek barışık yurdum gençliği için oldukça zorlu deneyimlerdir. Biz hızlı bir nesilizdir, üstelik de vaktimiz kısıtlıdır. Yemeklerimizi ‘fast’ bir biçimde yeriz. Apar topar doyuveren, uykuları uzun, günleri kısa insanlarız. Şimdi babası tutuyor, mışıl mışıl uyumakta olan genci yemek yemek için uyandırıyor. (İşte tam da bu uyku dolu, yastık hasretiyle geçen yarım saat boyunca, gencin babası hiç olmadığı kadar enerjik olur. Konuşur, espriler yapar, zorla çocuğunun ağzına birşeyler tıkıştırır. Dikkat buyrunuz, elli yaşını aşmış ortalama Türk babasının çok fazlaca neşeli olduğu anlar, hep bu erken vakitlere denk gelir. Mesela Pazar sabahı altıda bütün aileyi uyandırıp pikniğe götüren babanın keyfine diyecek yoktur.)

•••

Ve geçip gider Ramazan...

Biz genç nesil, onu uğurladıktan sonraki ilk üç günü, Türk-İslam geleneği mevzuatı gereği her büyüğümüzün elini öperek, ‘bayram’ olarak idrak ederiz. Ramazan bayramı da alıp başını gittikten kısa müddet sonra bakarız ki, Kurban Bayramı kapımıza yanaşmış bile. Birden bire hayatımıza, her yıl olduğu gibi, büyükbaş hayvan sektörüyle alâkalı birçok bilgi giriverir. Kurban kesecek yer seçiminde belediyenin izin verdiği alanları tercih etmenin zorluğundan tutun, iki metrelik hayvan derisini Teyyare Cemiyeti yetkilisinin elinden kurtarıp, “Camiye verecez kardeşim.’’ diye laf anlatma çabasına kadar, kurban bayramı dinî atraksiyonlarımızın en hareketlisi, en eğlencelisidir.

 

Bayram gelmiş neyime...

Biz, yaşımız itibariyle, “Nerede o eski Ramazanlar, o eski bayramlar!” diye yakınacak konumda değiliz. Zirâ bundan on sene önce, bayramda, harçlıklarımızı çatapata yatırıp sokakta o enteresan yanıcı oyuncağı patlatıyor, bayramlık kıyafetlerimizi rezil ediyorduk. Şimdiki çocuklar da aşağı yukarı aynısını yapıyorlar. On sene önce de hayatımızda bayram davulcusunun çok özel bir yeri yoktu, hâlâ yok. O zamanlar da televizyonda yayınlanan ezan sesleriyle anlıyorduk iftarın gelişini, hâlâ da böyle yapıyoruz. Ancak, biz de seviyoruz bayramları. Üstelik de, birbirimize bayram kutlaması sms’leri atmak haricinde, bayramın ruhunu ve mahiyetini değiştirecek hiçbir kabahatimiz de olmadı bizim.

Fakat nedense, bayramın bayram gibi geçmeyişinin faturası hep biz gençlere kesilir. Halbuki bayramları, kandilleri, Ramazan’ı ve sair mübarek zamanları bile kendisine istismar aracı olarak kullanan bir kısım medyayı biz destekleyip beslemedik. Birbirinden kopuk bu ‘kentli’ yaşam biçimini ortaya çıkarmak için de herhangi bir gayretimiz olmadı. Ne gördüysek onu aldık biz. Bayram tatilini, önüne ve arkasına ikişer gün ekleyip gezme vesilesi yapan zihniyeti de biz doğurmadık.

Düşünsenize, babaları her akşam oturup kanlı bıçaklı haber bültenlerini saatlerce seyretme alışkanlığına sahip olmasalardı, çocukların da, aynı bültenlerde yapılan “Kurban olarak tavuk kesmek caiz midir?” gibi akla ziyan tartışmalarla kafaları bulanmazdı. Bir koyunu allayıp pullayıp, alnına kınasını yakıp Rabbine kurban olarak sunmanın hazzını ailesinin yüzünden okurdu çocuk; Kurban Bayramı’nın anlamını işte o zaman çözerdi. Bir Allah’a kurban giden koyunun, bir gelinlerin, bir de askere giden delikanlıların kınayla boyandığını öğrenirdi. Ondan sonra da, medyatik dolduruşlara gelip, “Bu hayvanlara yazık olmuyor mu?” diye sormazdı!

Annesi ve babası devasa metropollerinde, yüksek yüksek tepelerinin on sekizinci katında oturmasaydı, çocuk da bilirdi, kurban kesilen etten birer parçasını komşulara dağıtıp, “pay verme”yi. ‘Pay’ diye bir kavram girerdi hayatına. Birilerinin, yediklerimizde, içtiklerimizde ve giydiklerimizde ‘pay’ının olduğunu anlar, kazandıklarımızı yalnızca kendi hesabımıza harcama lüksüne sahip olmadığımızı fark edip, fakir fukaranın payını ayırırdı. Böylelikle zekat, yalnızca anne babasının Ramazan ayında oturup hesap makinesiyle yaptığı “malvarlığının kırkta birini bulup, bir de bunu verecek bir fakir bulma hesabı” olmaktan çıkar, hayatının her saatini dolduran lezzetli bir sorumluluk haline gelirdi.

Hep beraber, birilerinin gazına geldik. Birdenbire baktık ki, yılbaşında arkadaşlarıyla hediyeleşip, yeni yıla sevinen çocuğumuz, bayram sabahı yatağından kalkmakta zorlanır olmuş. On dört Şubatın anlam ve önemine dair hazırlıklarını bir hafta önceden tamamlayan kızımızla oğlumuz, Sevgililer Sevgilisinin (asm) doğum gününden bihaber olmuş.

Sonra da onları, günah keçisi yaptık.

Ancak, genç neslin bir temsilcisi olarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, emin olun, biz de seviyoruz bayramları... Biz de bayramları, büyüklerimizin anlatageldiği güzellikte yaşamak istiyoruz. O yüzden gelin, önümüzdeki Kurban Bayramı’nda, bize bayramın nasıl yaşanması gerektiğini öğretin. Kapatın ‘Bayram Özel Eğlence Programı’nı; bayram boyunca bayramdan başka hiçbir şeyden söz etmeyin. Sokakta gördüğünüz herhangi bir çocuğa, durup, gideceğiniz yere geç kalmak pahasına, “Bu kıyafet sana ne kadar çok yakışmış.” deyin. Bir elma şekeri tutuşturun eline, ve bütün randevularınızı iptal edip, bayram günü sokakta elma şekeri yiyen çocuğun keyfini seyredin...