Bir seraya giden ve evine serada yetişmiş çiçekler alan insanların başına sıklıkla gelen bir olay vardır. Serada, dışarının karından, soğuğundan, fırtınasından azade bir vaziyette yetişmiş, ayrıca kendilerine özel gübreler verilmiş çiçekler insanı hayranlığa sevkeder. Mümkünse, o çiçeklerin hepsini evine taşımak ister. Lâkin, maddî imkânının elverdiği ölçüde, bir, iki, üç, beş çiçek alıp evine döner. Sonrası, genellikle, tam bir hüsrandır. Sera şartlarında özel bakıma tâbi tutulmuş çiçekler, ev ortamına intibak edemez; zamanla zayıflar, solar, hatta ölürler. Sera şartlarında capcanlı çiçekleriyle bizi hayranlığa sevkeden kimi saksı bitkilerinin ise, ölmeseler de, evimizde hiç çiçek vermediği olur.
Seradan alınmış çiçeklerle ilgili bu tecrübemize mukabil, yine ev şartlarında yahut açık bahçede yetişmiş çiçeklerle ilgili tecrübemiz pek öyle hüsran ve hüzün yüklü değildir. Bir dostumuzun evinde gördüğümüz ve çok hoşumuza giden bir çiçeğin koparılmış bir dalının dahi, eve gelip bir saksıya diktiğimizde, güzelce boy verdiğini çokça yaşamışızdır.
Bu tecrübeler, bana, gerek kendimize, gerek aile hayatına ve çocuk terbiyesine dair birşeyler söyler. Esas olarak da, fanusta yetişmenin, sera şartlarında ve steril ortamlarda büyümenin, ilk etapta hızlı ve parlak bir gelişme vaad ediyor da olsa, pek de tercih edilir birşey olmadığını söyler. Zira, gerçek hayatla yüz yüze gelmeden, gerçek hayatın içinde yüz yüze gelinen problemlerle yüzleşip onları aşmayı becermeden sağlanan bir gelişme, herhangi bir problem karşısında tıkanıp kalan bir gelişmedir. Aslolan, ‘normal şartlar altında’ büyümektir; karı, buzu, soğuğu, fırtınası, sıcağı.. içinde büyümektir. Geç de olsa kalıcı olan, yavaş seyretse de uzun ömürlü olan gelişme, işte bu gelişmedir.
Ki, dinî cemaatler içinde sıklıkla duyduğumuz bir yakınmanın, söz konusu ‘fanus ortamı’yla ilgili olduğu kanaatindeyim. Kişilerin sabah-akşam cemaatî bir muhatabiyet yaşadığı dönemler ve ortamlarda iyi durumdayken, ticarete atıldığında, evlendiğinde, bir memuriyete girdiğinde, başka bir şehre gittiğinde.. dünyaya daldığı, koptuğu, bozulduğu yönünde şikayetler duyulmasının önemli bir sebebi, o kişinin önceki durumunun bir ‘sera ortamı’ olmasıdır. Önceki manevî gelişiminin, gerçek hayatın gerçek tehdit ve tehlikeleri karşısında direnç gösterecek şekilde tasarlanmamış ve sağlanmamış olmasıdır.
Benzer bir hüsranın, son derece iyi niyetle ve samimi bir hassasiyetle yola çıkılmış da olsa, çocukları ‘sera ortamı’nda yetiştirmeye çalışan dindar ailelerde de görüldüğü rahatlıkla söylenebilir. Umumî ortamın karlı, buzlu, fırtınalı atmosferinden olabildiğince uzak steril bir ortamlarda yetiştirilen çocukların kimisinin dört yaşından sonra, kimisinin ilkokula başladığında, kimisinin ergenlik dönemine geldiğinde yetiştirildiği fanus ortamına dair çok ciddi tepkiler geliştirdiğini; dışa açılmanın böylesi çocuklar için direnç kazanma vesilesi olmayıp bilakis yetiştiği ortamdan hissen ve fikren uzaklaşma sebebi olduğunu maalesef gözlemliyoruz.
Şahsen, bir bu duruma, bir de umumî ortamın hastalıklı ve mikroplu atmosferine bakıp, bir ‘ara nokta’da durma lüzumu hissediyorum. Bir yanda, çocuğun hastalıklı umumî ortamla bir şekilde—ama bugün, ama ilkokula gittiğinde, ama ergenlik döneminde—tanıştığı şu ahir zaman şartlarında, çocuğu sokağa salmanın, umumî ortama teslim etmenin neredeyse baştan kaybetmek anlamına geldiğini biliyorum. Dolayısıyla, böyle bir şıkkı asla ve kat’a önermiyorum. Diğer yanda, çocuğa büsbütün steril, sera benzeri ortamlar hazırlamanın, çocuk ‘sera’dan umumî ortama çıktığında bir çöküş ve çözülme vaad ettiğini de gördüğüm için, bu yolu da kalıcı ve sağlıklı bulmuyorum.
Ve, işte tam burada, ‘aşı’ dediğimiz şey üzerinden bir yaklaşım geliştiriyorum. Bize sıhhatimiz, belli mikrop veya virüslere karşı vücudumuzun dirençli olmasını biiznillah sağlamamız için aşı vuruluyor; bunu biliyoruz. Ve, aşı denilen şey, gerçekte korunmamız arzu edilen hastalığa sebep olan mikrop veya virüsün kendisini içeriyor. Ne ki, bayıltılmış veya pasifize edilmiş olarak. Ki, bununla birlikte, zayıf bünyelerin ilk anda bu zayıflatılmış mikrop veya virüslere karşı dahi bocaladığını aşıdan sonraki bir-iki gün içinde yaşanabilen yüksek ateş, aşılı yerin şişmesi gibi hadiselerle tecrübe ediyoruz. Ancak, istisnai durumlar hariç, bundan öte bir rahatsızlık olmuyor; ve zayıflatılmış virüsü veya mikrobu aşılanarak içine alan vücud, Rabbimizin Hafîz isminin bir cilvesi olan Allah vergisi savunma sisteminin devreye girmesiyle tanıdığı ve tanımladığı bu virüs veya mikroba karşı bir direnç geliştiriyor; böylece o mikrop veya virüsle gelen hastalık—o mikrop veya virüs bizim vücudumuza girse dahi—bize bulaşmıyor. Zira, vücud bu hastalığın müsebbibini tanıdığı için ona karşı direniyor ve mikrobu veya virüsü öldürüyor.
Bu bakımdan, şu ahir zaman ortamında yaşayan mü’minlerin, çocuklarını ne doğrudan hastalıklı ortamın içine atmayı, ne de büsbütün steril ortamlarda tutmayı tercih etmeyip bir ara noktada durmaları gerektiği kanaatindeyim. Bu ‘ara nokta,’ uygulanması diğer ikisinden kesinlikle daha zor; bunun farkındayım. Zira, çocuğu sokağa salmak da kolay, haricî ortamdan onu koparan keskin kurallar koymak da. Ancak, uygulanması kolay her iki formül, sonuç itibarıyla hüsran üretiyor yalnızca. ‘Aşı teorisi’ diye özetlediğim üçüncü formül ise, hayatın her adımında ve çocukla muhatabiyetin her bir veçhesinde ‘nerede duracağı’na, ‘neye ne kadar müsaade olunacağı’na, ‘hangi şeyin hangi noktada uygulanacağı’na dair bir dikkat, hassasiyet, özellikle de bir ‘denge arayışı’ gerektiriyor.
Lâkin, sünnetin ve fıtratın, bu denge noktasını bulmada önümüze eşsiz imkânlar sunduğunu da gözardı etmemek gerekiyor.