TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayat Devam Ediyor

Yok birbirimizden farkımız; var olmak ve var kalmak kaygısını taşıyoruz. İçine doğduğumuz hayatın kendisi bizi muhafazakârkılıyor. Bizi kemirip duran zamana ve sonunda hepimizi kucaklayan ‘ölüme karşı, kendimizin ve bizimle ilgili şeylerin muhafızı kesiliyoruz.

Hayat ilk önce hayretduygumuzu kışkırtan bir şey olarak kendini hissettirir. Aklın izah etmekte ve sırrına vâkıf olmakta aciz kaldığı kozmosun içinde tanıştığımız hayatta, karşılaştığımız her yeni şey, bizi kuşatan ayrıntıların hepsi, bin bir soru sordurur. Kendi içinde düzenli, sebepli, anlamlı sonuçları olan bir işleyişe sahip kozmosun imkânlı kıldığı hayat, insana karşıt duygular yaşatır; sevinç’ten ve acı’dan oluşan buketler takar göğse. Her bir şey bizi hayata götürür, ona ekler, onunla ilgili kılar. Çocukken anne ve babamız her şeyimizdir; onlardan ayrı geçirdiğimiz zamanlar yüreğimizi burkar, ağlar, kollarına atarız kendimizi. Büyür; başkaları, çok şey yüreğimizde yer edinir. Doğan güneş, yağan yağmur, uçan kuş, bir çınar ağacı gölgesi, sıcak bir mekân, bir ev, sevdiğimiz insan, uzak bir şehir, hülyalarımızı süsleyen bir ülke, okumaktan haz duyduğumuz kitaplar; şiirin, müziğin, bütün bir sanatın içimizde ördüğü duyarlıklar, çok şey bizi hayata bağlar. Bağlılıklarımız hayatımız olur; geçirdiğimiz mevsimleri, yaşadığımız yılları bu bağ’larla renklendiririz.

Gün geceye karışır, mevsim katarları geçer, yıllar birbirinin üzerine biner. Akrep ve yelkovanın yarışında geçip gittiği hissedilen zaman, bize bir geçmiş’ kurar. Yaşadığımız bir şey olarak bir geçmiş’... Buna ilgisiz kalamayız; unutamadığımız anlar, o anların kahramanı şeyler zihnimizin kıyılarına vurur, eski bir fotoğraf gibi gelip kalbimizin ucuna ilişirler. Bizden kopmuş birer parça olan o anlar, hüzün giyinmiş eski bir dost olarak geçmiş’i bize taşırken, şimdiki zamanın da geçip gittiğini ve yarın onun da geçmiş’ olacağını hissettirir.

Şair haklı, bize en çok hüzün yakışıyor. Çünkü artık elimizden çıkıp gitmiş bir geçmiş’imiz var. Hatırlanmakla bugünümüze karışsa da, o yine de yitik zamandır. Ve yitik zaman’ı olan herkes bilir ki, eldeki zamanda yitecektir. Bu biliş ve hissediş, insanı tedirgin eder, hüzünlendirir; derinden, çok derinden, kalmak, sadece kalmak ister. Ancak zamanın durdurulamayacağını da bilir, sürekliliği olan adımlarla ‘ölüme yürüdüğünü farkeder. Ölüm ki, ayrılmaktır, insanı hayata ilikleyen o kışkırtıcı ‘bağ’lardan sıyrılmaktır. Doğan güneşi, mavi denizi, yağmurun tıpırtılarını, hülyalı sevdaları, ebem kuşağı özlemleri geride bırakmaktır. Ötesi bilinmez olandır ölüm, bilinmeze açılan kapıdır.

Ölüm, şüphesiz, hakkından gelinmeyen bir şey olarak insanın karşısına dikilince, insan, ölümle çözülemeyen, ondan sonra da varlığını sürdüren bir şeye dönüşmek ister. Kendisi küle dönüşse de, toprağın altında çözülse de, varlığını, ismini ve hikâyesini sürdürecek bir iz bırakmaya çalışır. Schopenhauer, Eric From ve diğer bazı düşünürler, aşkbağlamında konuşurlarken, üreme güdüsünü, insanın hep var olmadüşüyle izah ediyorlar.

Evet ölüm, kurucu bir öğedir; insanı ve hayatı o belirler. Bundan olsa gerek, Hegel, tarihin, insanın ölümle ne yaptığı’nın bir kaydı olduğunu söyler. Zygmunt Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri’nde, insanlık tarihini, insanın bütün çabasını, aklın inşa ettiği uygarlıkları, sanatın kurduğu bir dünyayı, düşüncenin ürünlerini, ‘ölüme rağmen var olmak çabası’yla izah ediyor. Meselâ ‘kültürdenen koca evren... İnsanlığın birikimi olan kazanımlar; felsefe, sanat, teknoloji, siyasî düşünce tarihi... Bunların hepsi, insanın hayatta bulunuşuna, yaşadığı hayatı anlamlı kılmaya yönelik bir çabadır. Hem bir anlam kurma, hem de ölümü gizleme, onu unutturma çabası. Bauman’ın bu bağlamda söyledikleri, insanın çaresizliğini ele veriyor: ‘İnsan kültürü, bir yandan, insan yaşamına anlam katmaya yönelik olağanüstü bir sürekli çabadır; öte yandan, bu anlamın iyileştirilemez ölçüde ikincil ve hassas özelliğinin farkına varılmasını ısrarla önleme çabasıdır.’ Elias Canetti ise, başkasını öldürmek’ olan ‘öldürmeyi, yani savaşı bile, insanın trajik bir biçimde hayatta kalmakisteğiyle açıklıyor: Hayatta kalma arzusunu utanarak da olsa, kaçınılmaz biçimde aşılayan olumsuzculuk, en göze batar biçimiyle savaş sırasında açığa çıkar: O zaman ilân edilen amaç ‘kayıplarımızı en aza indirmektirve herkes, bunu dile getirmekten çekinse de, bu en aza indirmenin, savaş hattının öte yanındaki ölü sayısını artırmak anlamına geldiğini bilir. Sizin ve sevdiklerinizin öldürülmemesi için öldürün.Savaşın ilân edilmesi, hayatta kalma arzusunun normalzamanda yarattığı suçluluk ve utanç duygusunun askıya alınması demektir.” Savaşın, yani hayatta kalma arzusunun, devletler, uluslar, ırklar, sınıflar arasında sınırlar oluşturmaya ve bu sınırları korumaya yaradığı söylenir.

Her şeye rağmen hayat sürüyor, insan doğuyor ve ölüyor. Var olmak ve var kalmak, kendini muhafaza etmek, ölümü aşmak kaygısı, insanın varoluşsallığını belirleyen temel bir durum. Bu kaygı, ayrım gözetmeksizin bütün insanları kuşatıyor. Kendine ve içine doğduğu hayata yoğunlaşan her insanın beklentisi, ölümlülük içinde ölümsüzlüğü kurmaktır. Çünkü ölümsüz olanı istemek ve bunu dilemek vazgeçilmez bir arzudur. Ancak dünyada bunu kurmanın imkânsız olduğu da ortadadır. Bu sebeple ‘ölümsüzlüğü’ burada gerçekleştirmek çabası, derinden derine saçmanın altını çiziyor. Yoğun bir çaba, derin bir anlamsızlığı’ çoğaltıyor. Ölümü aşmak mümkün olmadığına, zamanın aşındırmadığı bir uygarlık ve başka bir şey inşa edilemediğine göre, burada ‘ölümü aşma çabası’ ‘saçmadeğil de nedir?

Ölüm’e dair tezler geliştiren, ama tam da söylediğimiz saçmaya örnek teşkil eden iki söylem var: Modernizm ve postmodernizm... Modernizm, ölümü doğuran sebepleri ortadan kaldırmakla ‘ölümlülüğü’ aşabileceğini sanarak, Bauman’ın ifadesiyle ‘ölümlülük’ üzerinde yapı-bozuma gitmiştir. İnsanlar böylelikle yanıltılmıştır. Modern tıp, hastahane ve doktorlar, ölümle mücadele eden kahramanlığın modern unsurları olmuştur. Hastalıkla pençeleşen insanlar kendilerini modern tıpa, beyaz önlüklü doktorlara ve teknolojinin son ürünleri makinelere teslim edip umutlanırken, dışarıdaki yakınları da hep bir mucizenin gerçekleşmesini beklemişler. Ölümü doğuran sebepler (kanser ve diğer ölümcül hastalıklar) giderildiğinde, ölümün gerçekleşmeyeceği sanılmıştır. Modernite ‘ölümlülüğü’ bu şekilde yanlış okuyarak onu bozarken, postmodernizm işe tersten başlamış. ‘Ölümsüzlüğü’ düşleyen insanlara bunun bir hülya olduğunu söylemekle umutsuzluğu çoğaltırken, Dünü ve yarını unut, çünkü yoklar. Sadece bugün var, onu yaşa!diyerek de, hayatı gelip geçenin içine tıkmış ve onu yoksullaştırmıştır.

Modern ve postmodern söylemin ölüm karşısındaki kaçamakları, (evet tam anlamıyla kaçamayacakları) işe yarar değildir. Değildir çünkü, ölüm insanları yoklamaya ve içlerini burkmaya devam etmiş ve ediyor. Çözüm başka yerdedir; ölümü kabullenmek esastır. Ölümün soluğundan kurtulamayacak olanı ‘muhafazaetme çabası anlamlı olmadığına göre, en iyisi ölümü yeniden tanımlamaktır. Zamanın ruhunu kavramak, varlığın dilini çözmek ve kendimizi kozmosa uyarlamak yani... Doğanlar doğuyor ve ölenlerin de önüne geçilemiyor. O halde en akıllıca olanı, doğanların getirdiği taze sözlere ve ölenlerin geride bıraktığı anlamlı sorulara kendimizi açmaktır. Hayat ve ölümün iç içeliğinden, yaşanılır bir adayı doğurabiliriz.

Temel yanılgı, ‘ölümün her şeyi bitirdiğikaygısından doğuyor. Ya ölüm böyle bir şey değilse!... Unamuno ‘ölüme yoğunlaştığı ‘Yaşamın Trajik Duygusukitabında, insan, cehennem bile olsa, sürekli var olduğu bir yer ister.derken, Said Nursinin Haşir Risalesinde insanın ebediyet arzusundan hareketle vardığı sonuçları haklı çıkarıyor. Evet, ölüm bir son değildir. Çünkü Allah sonsuzluğuvermek istemeseydi, onuistemeyi vermezdi.