(Rüştü Bey, Fikret Bey’in yakın arkadaşı Kenan’ın babasıydı. Fikret Bey’in son ziyaretinde hasta artık kendinde değildi. Bir ara gözlerini açmış ve Fikret Bey’e, “İnsan dünyaya geldiğine sevinmemişti ki öldüğüne üzülsün.” demiş ve gözlerini kapamıştı.)
Rüştü Bey’in ölüm döşeğindeki son sözleri Fikret Bey’i çok etkilemişti.
Bir süre Kenan’la hiç konuşmadan bakıştılar. Rüştü amcanın, çok okuyan, kültürlü ve inançlı bir insan olduğunu biliyordu. Ama bir ölüm yolcusunun kendi derdini bir tarafa bırakıp, oğlunun arkadaşına böyle yüksek bir ders vereceği hiç hayalinden geçmezdi. Onun için ilk sözlerini yanlış değerlendirmişti. Halbuki o, belki de gideceği âlemin ilk ışıklarını görmüşçesine misafirine bu dersi veriyor ve dünyadan ayrılmaktan üzüntü duymadığını dile getiriyordu.
Bu sözleriyle, oğluna ve Fikret Bey’e öteyi düşünerek düzenli ve hedefli bir ömür geçirmelerini âdeta vasiyet etmiş oluyordu.
•••
Bu düşünceler onu o kadar sarmıştı ki cenaze malzemesi alacağı dükkanı elli metre kadar geçtiğini zor fark edebildi. Tekrar geri döndü. Malzemeler hazırlanırken o hâlâ o esrarlı cümlenin tesiri altındaydı:
“İnsan dünyaya geldiğine sevinmemişti ki öldüğüne üzülsün.”
Gerçekten de öyle değil miydi? İnsan dünyaya ilk adım attığında, belki de, bu yeni âleme intibak edememe endişesiyle ağlamaya başlamıştı. Ama zamanla her şeye alıştı. Bu geniş ülkeyi çok sevdi. Ama aklı, ona her geçen gün aynı gerçeği tekrarlayıp duruyordu:
“Bir gün bu dünyadan ayrılacaksın.”
O anda içine bir soru doğdu:
“Neden hayvanlar ölümlerinden habersiz yaşayıp gidiyorlar da biz öleceğimizi biliyoruz?”
Biraz düşündü:
“İnsanın en üstün yaratık olduğu bir gerçek. Öleceğini bilmek de bilmemeye göre bir erdem. İnsan bu yönüyle de hayvandan üstün.” diye geçirdi içinden.
Fakat bu cevaptan kendisi de tatmin olmadı.
Yeni bir soru takip etti bu düşünceyi:
Öleceğini bilmek bir erdem olsa bile insana dünya hayatını zehir etmiyor mu? İnsanın zararına olan bir şey nasıl erdem sayılabilir?
Malzemeler koltuğunda yokuş yukarı ağır adımlarla yürürken bir taraftan da bu son sorusuna cevap arıyordu. Sorunun ağırlığı adımlarını da yavaşlatmıştı. Biraz durakladı. Derince bir nefes aldı.
“Şimdi bunları düşünmenin zamanı değil. Öğle namazına cenazeyi kavuşturmaya bakalım. Biraz acele etsem iyi olur.” dedi kendi kendine ve adımlarını sıklaştırdı.
Ama insan düşünen bir varlıktı. Her an nefes aldığı gibi düşünüyordu da. Düşüncesiz bir anı yoktu. Böyle çok önemli bir soruyu unutmakla kurtulamazdı.
Bir sıra düşünce birbirini kovalarcasına zihnine hücum ettiler:
Nedir kefen?
Nedir cenaze namazı?
Bütün bunlar bir başka yolculuğun hazırlıkları değil mi?
Ölüm ötesinde bir başka hayat var, ona inanıyoruz. O halde, “Ölümü niçin biliyoruz?” sorusu biraz saçma olmuyor mu? Sorunun cevabı gayet açık değil mi?
Sorunun cevabını şimdi yakalamıştı:
İnsan öte âleme hazırlanması için ölümünü biliyordu.
Bir hayvan ölümü bilse de bilmese de yapacağı işler hep aynı olacaktı.
Onun hayatına yeni bir yön vermeyecek olan böyle fazla bir bilgiyi, yaratıcı kendisine elbette verecek değildi. Verseydi, bu bilgi farklı bir iş yapmaktan mahrum olan o hayvana azap olmaz mıydı?
Bu düşünceler ruhunu rahatlattı. İçin için sevinmeye başladı:
“Bilmek güzel şey. Bilmek güzel şey. Ölümünü bilmek de güzel şey.” diye söylenmeye başladı.
Hastanenin önüne varmıştı. Kapıda samimi arkadaşlarından Levent’i gördü. Rüştü Bey’in öldüğünü duymuş ve hemen hastaneye koşmuştu, kendisini bekliyordu. Birlikte morga doğru yürüdüler. Hastane imamının odasını sordular.
Kenan odanın kapısında diz çökmüş, başı iki eli arasında hüzünle bekliyordu. Levent’i görünce kalktı, boynuna sarıldı;
“Kaybettim Leventciğim kaybettim! Babamı kaybettim!” diye yeniden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Bu gözyaşları Fikret Bey’in içinde yeni bir düşünceye kapı açtı:
Üzülmek ve ağlamak. Bunlar en mükemmel şekliyle insana verilmişti. Bunlar da insanlığın birer şeref madalyasıydı. Yerinde sevinmek gibi, yerinde üzülmek de insana has bir üstünlük idi.
Yakınlarıyla her türlü bağını koparmış, kendi âleminde yalnız yaşayan, ömrünü eğlencelerle, oyunlarla geçiren insanlar bu özelliği kaybetmişlerdi.
Kenan’ın bu derece üzülmesi, babasına bu derece bağlı olması kendisi için üstün bir meziyetti.
Bu düşünceler onu Kenan’a acımaktan bir anda sıyırdı. Şimdi artık onu tebrik etme havasına girmişti. Onun Levent’e sarıldığı gibi boynuna sarılmak, “Tebrik ederim Kenan’ım, seni tebrik ederim! Bu gözyaşları için seni kutluyorum!” demek geçti içinden.
•••
Hastanede işleri fazla sürmedi. Öğle namazına cenazeyi yetişirdiler. Camide Kenan’ın mesai arkadaşlarından bir grup dışında tanıdık sima yoktu. Fakat cami olukça kalabalıktı. Bölgenin tek camisiydi.
Fikret Bey, öğle namazını kılar kılmaz hemen dışarı çıktı. Kalabalıktan ve sıcaktan bunalmıştı. Musalla taşına doğru ağır adımlarla yürüdü. Bahçedeki bir ağaca omzunu dayayıp beklemeye başladı.
Az sonra bir ihtiyar geldi yanına. Selâm verdi.
Bastonuna dayanarak, “Yâ oğul!” dedi, “İşte dünyanın sonu bu.”
Bir süre bir şey konuşmadı. Sonra parmağıyla cenazeyi işaret ederek:
“Bu zât kim?” diye sordu.
Fikret Bey:
“Arkadaşımın babası. İsmi Rüştü Bey. Öğretmen emeklisi.”
İhtiyar bir süre daha sessiz kaldı.
“Yanılıyorsun oğul.” dedi. “Bu Rüştü Bey değil.”
Fikret Bey şaşırmıştı. “Nasıl olur! Çok iyi biliyorum ki bu Rüştü Bey.” diye geçirdi içinden. Ama bir şey söylemedi. Sözün sonunu bekledi.
“Bu Rüştü Bey’in küçük evi.” diye ekledi ihtiyar.
Fikret Bey, soran gözlerle ihtiyarın yüzüne baktı:
“Acaba bu sözde de Rüştü Bey’in o son sözleri gibi ince bir mânâ mı saklıydı? Yoksa, ihtiyar adam bunamış, ne dediğini bilmez hâle mi gelmişti?”
Bu defa karar vermekte acele etmedi. O sırada Kenan’la Levent de yanlarına gelmişlerdi.
Devam etti ihtiyar:
“Rüştü Bey ölmedi.”
Bu söz Kenan’ı şimşek gibi çarptı.
“Ne!” dedi “Ölmedi mi? Şimdi babam sağ mı?”
İhtiyar, Kenan’a önce başsağlığı diledi. Sonra bakışlarını ona dikerek sürdürdü konuşmasını:
“Evet, baban sağ; fakat evi yıkılmış.”
Ve Kenan’ın şaşkın bakışları arasında devam etti:
“İnsan esas olarak ruh demektir. Ömür boyu bedeni hücre değiştirir, ama ruh bu değişimden bir zarar görmez. Beden ruhun evidir; küçük evi. Bir de bu bedeni kuşatan şu koca âlem var. İnsan nefes alıp vermekle atmosferle bir bakıma birleşmiş gibidir. Gözü güneşle alışveriştedir. Burnuyla kokular âlemini teftiş eder. Zaten ayağını yer küresinin üzerine basmış öylece yürümektedir. İşte onu her yanından saran bu âlem ise onun büyük evidir.”
Sonra Fikret Bey’e dönerek:
“Ruh daima hayat sahibidir. Hiç ölmez. Bizim ölüm dediğimiz olay, ruhun bedenden ayrılmasıdır.”
Derince bir nefes aldı. Kısa bir sessizlikten sonra elini Kenan’ın omzuna koyarak:
“Zaten” dedi, “ruh ölse ve insan yokluğa gitse, bizim şu anda cenaze namazı kılmamızın ne mânâsı olur? Bu namaz ruh için bir mânâ ifade etmeli, okuyacağımız fatiha ruha gitmeli, mevtaya hakkımızı helâl etmemiz onun işine yaramalı ki bu cenaze namazı da mânâsız olmasın.”
Bu sözler Kenan’a söyleniyordu, ama asıl hayrete kapılan Levent’le Fikret Bey idi. Kenan aşırı üzüntüden bu sözlerdeki incelikleri kavrayacak halde değildi. Onun hoşuna giden tek mesaj, babasının sağ olmasıydı. Bu zevk ona yetiyordu.
Kenan’ın mesai arkadaşlarından bir grup da yanlarına geldiler. Başsağlığı dilediler. Babasının ne zaman öldüğünü, hastalık safhalarını, çok acı çekip çekmediğini sordular.
İhtiyar, bu konuşma ortamından sessizce sıyrılarak musallaya doğru ilerledi ve ön safta yerini alarak beklemeye başladı.