(Geçen ay vefat eden değerli bilim adamı, Prof. Dr. Yılmaz Muslu hocamızı, rahmetle yâd ediyor, Zafer Dergisi için yıllar önce hazırladığı bu güzel yazısını tekrar okuyucularımıza sunarken, ebedi âlemlerde, Sevgili Peygamberimize dost ve komşu olmasını, gönül dolusu niyaz ediyoruz.)
Time Dergisi, 15 Temmuz 1974 tarihinde bir yazı serisini yayınlamaya başlamıştı.
Bunlar, çeşitli kimselerle yapılan röportajların sonuçlarıydı. Matematikçi, filozof, psikolog, tarihçi, asker ve yazar olarak isim yapmış çeşitli kişilere, “Tarihin Büyük Liderleri Kimlerdir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar yayınlanmıştı. Herkes kendi bilgi ve düşüncesine göre liderini seçti. Kimine göre bu Gandhi, kimine göre Konfüçyüs, kimine göre Mussolini, kimine göre de Hitler’di. Çünkü, iyi veya kötü olmak önemli değildi bu seçimde, büyüklük esastı.
•••
Ankete katılanlardan emekli bir general James Gavin, tarihin en büyük liderleri olarak şu sıralamayı yapmıştı:
1. Hz. Muhammed (sav)
2. Hz. İsa (as)
Gavin, Hristiyan olduğu halde, Hz. İsa’yı ikinci sıraya koymuştu.
Ankete cevap verenlerden bir diğeri de Jews Musselman’dı. Chicago Üniversitesi’nde Psikoloji profesörü olan bu zât, psikanalist olarak tanınmıştır. Deha ve cinnet arasındaki ince çizgiyi incelemek gibi konularda mütehassıs bir kimsedir. Musselman’a göre, böyle bir sıralama için önce şahısta ne aradığımızı tespit etmemiz gerekir. Hangi kıstas ve kritere göre bu sıralamayı yapacağımız önemlidir. Bu bakımdan Musselman, bize 3 objektif standart vermektedir:
1. Önder olacak kişi kendi menfaati için değil, başında bulunduğu topluluğun refah ve saadeti için çalışmalıdır.
2. Lider, halkının kendini emniyette hissedeceği sosyal bir organizasyon kurmalıdır.
3. Lider, inançlarda birlik sağlamalıdır.
Bir Yahudi olan Jews Musselman, bu üç standardı esas alarak, Pastör, Gandhi, Konfüçyüs, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed gibi ilim, din ve siyaset büyüklerini ve peygamberleri karşılaştırmış ve şu sonuca varmıştır: Bütün zamanların en büyüğü Hz. Muhammed’dir (sav) ve daha küçük çapta fakat benzer işler başarmış olması dolayısıyla Hz. Musa ondan sonra gelmektedir.
Zira Dünyanın neresine giderseniz gidiniz, bir milyardan fazla insan aynı kitaba inanıyor, aynı Kabe’ye yöneliyor, aynı tevhid kelimesini söylüyor.
Daha gerilere ve 150 yıl öncesine gidiyoruz. Tarih 8 Mayıs 1840 Cuma günüdür. Geçen asrın en büyük mütefekkirlerinden biri olan Thomas Carlyle İngiltere’de Heros and Hero Worship (Kahramanlar ve Kahramanların Mukaddesleştirilmesi) isimli bir kitap neşrediyordu. Uzun zaman kolejlerde ders kitabı olarak da okutulan şahane bir edebî eser... Carlyle, kitabında Hz. Musa’yı değil, Hz. Davud’u değil, Hz. Süleyman’ı değil, Hz. İsa’yı değil, fakat Hz. Muhammed’i kahraman peygamber olarak seçmekte ve bunun sebebini de İngiliz okuyucularına izah etmektedir. Zira tarihin o devrinde, İslâm’ın lehinde bir şey söylemek kolay bir iş değildir. Böyle bir şey en büyük suç ve cemiyetten dışlanma sebebidir. Ve böyle bir devirde Carlyle:
“Hepiniz, İslâm’dan nefret etmek üzere eğitilmişsiniz. İçinizden herhangi birinizin dininden dönme ve Müslüman olma tehlikesi yoktur. Korkmayınız, bu söylediklerimden dolayı kimse din değiştirecek değildir.” diyor ve özür dileyerek ilâve ediyordu: “Bu sebeple Hz. Muhammed hakkında bir hakşinaslık eseri olarak bütün iyi şeyleri söylemek istiyorum.”
•••
Bakınız Carlyle, Hz. Resûlullah’ı ne güzel tasvir ederek methediyor:
KAHRAMAN BİR PEYGAMBER:
“Vahşi bir kavmin her türlü eziyetlerine tahammül eden, bütün şartlar aleyhinde ve bütün maddî imkânlardan mahrum olduğu halde meydana atılan yoksul bir insan. Kötü bir adam değil, bunu söylemem gerekir. Yirmi üç sene, devamlı olarak kavgacı, döğüşken, her an patlamaya hazır ve yırtıcı olan zamanın vahşi insanları arasında bulundu.”
“Bu vahşi insanların, kuvvet önünde eğilmeleri mümkün değildi. Bu insanlar, ancak doğru olan söz ve davranışlar karşısında baş eğer ve itaat ederlerdi. Buna rağmen onu peygamber bildiler. Niye? O, onlarla daima yan yana, yüz yüze geldi. Kendilerinden bir kişi olarak, her an onlarla beraberdi.
Kral ve vezirler gibi azamet ve debdebe perdeleriyle gizlenmiş değildi. Kendi hırkasını kendi yamalar, kendi ayakkabısını kendi tamir ederdi. Harbe gider, arkadaşlarıyla fikir alışverişinde bulunur, emirlerini onlarla beraber verirdi.
Nasıl bir insan olduğunu her yönü ile kavminin bilmesi için böyle yaptı. Ona artık, siz ne isterseniz öyle deyiniz. Dünyada taç ve ihtişam sahibi hiçbir imparatora, yamalı bir hırka içindeki bu insan kadar hürmet ve itaat edilmemiştir. Yirmi üç yıllık dünya imtihanı, gerçek bir kahraman için lüzumlu bütün unsurları taşımaktadır.”
Carlyle, en yüksek sesiyle çekinmeyerek, filozoflara ve Hristiyan âlimlerine ise şöyle diyor:
“İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Diğer dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu onun hakkı idi. Çünkü diğer dinler hiç hükmündedir.
Eğer İslâm hakikatlarında şüphe etsen, çok açık ve kat’î surette kabul edilmesi gereken hakikatlerde şüphe etmişsin demektir. Çünkü en açık ve tasdik edilmesi gerekli bir hakikat, İslâmiyet’in kendisidir.”
Carlyle’dan 14 yıl sonra, 1854’de bir Fransız olan Lamartine, Türklerin Tarihi’ni yazdı. Türkler, Müslüman bir kavim olduğu için de, makam münasebetiyle İslâm Peygamberinden bahsetti. Lamartine de, Musselman gibi, üç objektif standart tariflemiş ve meseleyi bu kriterlere göre incelemiştir.
Lamartine, din veya siyaset sahasında insanlık üzerinde büyük izler bırakmış kişileri değerlendirirken, şu standartlardan hareket etmiştir.
1. Takip edilen gaye ve maksadın büyüklüğü: Burada kastedilen, sadece fizikî âlemler değildir. O halde maksat ve hedef sadece insan değil, her çeşit yaratıktır. Fizikî dünyalar, ruhî dünyalar, madde ve madde ötesi kâinat, her şey onun maksat ve gayesi içindedir. Sadece Araplara, Türklere, Pakistanlılara, Malezyalılara değil, bütün âlemlere gönderilmiştir. Sadece Yahudiler için değil, sadece Hindular için değil, sadece Ari ve Sami ırkı için değil, bütün insanlık içindir. İşte hedef ve maksat bu derece büyüktür.
(Biz seni bütün âlemlere rahmet olsun diye gönderdik. — Enbiya, 107)
2. İmkânların Küçüklüğü:
Bütün kâinat ve ötesini kucaklayan, bu büyük hedefe yürüyen Hz. Resûlullah’ın bir de sahip olduğu maddî imkânları düşününüz. Hayata nasıl başladığına dikkat ediniz. Doğmadan önce babası, altı yaşında iken annesi vefat etti. Küçük bir çocuk iken ve dedesi Abdülmuttalip’in yanında büyürken de dedesini kaybetti. Ve nihayet amcası Ebu Talip, bakımını üstlendi.
Hz. Resûlullah’ın başlangıcı budur. Elindeki imkân ve vasıtalar, işte bu kadar küçüktür. Hiçbir politik parti onu desteklememekte, hiçbir saltanatın gücü arkasında bulunmamaktadır. Para, zenginlik, mal, miras, anne ve baba himayesi mevcut değildir. “İçki içmeyin.” diyor; halkın çoğu sarhoştur. “Kumar oynamayın.” diyor; büyük bir çoğunluk kumarbazdır. Ateş, karışıklık ve cehalet karanlıkları içinde olan bir devirde gelmiştir. Kavmi, getirdiği mesajı almaya hazır değildir. Kısacası bir insan, bütün insanlara karşı meydana atılmıştır.
3. Ve olağanüstü sonuç:
Bugün 1 milyarı aşan Müslüman var yeryüzünde. İşte büyüklük için üç kriter ve en büyük ve örnek insan Hz. Muhammed (sav).
Yakın veya uzak, tarihin hangi devrinde, kim hangi büyüklüğü onunla mukayeseye cesaret edebilir?
Lamartine, bütün bu yönleri ile tarihin büyük insanlarını inceledikten sonra şu neticeye varıyor:
“Felsefe, hitabet, dinî hayat, hukuk, devlet nizamı, fikirlerin fethi, hayal ve hurafeden arınmış akla dayanan bir inanç sisteminin kurulması bakımlarından önder ve yirmi dünyevî, bir ruhanî imparatorluğun kurucusu olan insan. İşte Hz. Muhammed budur. İnsan büyüklüğünün ölçülebileceği bütün standartlara göre O’ndan daha büyük bir insan var mıdır?”
Cevap, bu sualin içindedir. Gelip geçmiş bütün insanların en büyüğü Hz. Muhammed’dir (sav).
Lamartine’in bu tespiti yaptığı 1844 yılında, dünyada şeklen bağımsız ancak 3 veya 4 İslâm devleti vardır. Diğer İslâm devletleri sömürgeleşmişlerdir. Hindistan, Malezya ve Nijerya, İngiltere’nin; Endonezya, Hollanda’nın ve Mozambik Portekiz’in esareti altındadır. Batılılar ateşli silahlar sayesinde bütün ülkeleri işgalleri altına almışlardır. Hindistan ve Malezya 150 yıl, Endonezya 300 yıl, Mozambik 500 yıl sömürge olarak kalmışlardır.
Bir de, Avrupanın geçen asırdaki en meşhur filozoflarından olan Prens Bismarck’ın şu sözüne bakalım:
“Ben bütün semavî kitapları tetkik ettim. Tahrif olmaları sebebiyle insanlığın mutluluğu için aradığım hakiki hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (asm) Kur’an’ını bütün kitapların üstünde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. İnsanlığın saadetine hizmet edecek Kur’an gibi başka bir eser yoktur. Böyle bir eser, insan sözü olamaz. Buna Muhammed’in (asm) sözüdür diyenler, ilmin gerçeklerini inkâr etmiş olurlar. Kur’an’ın Allah kelâmı olduğu apaçık bir hakikattir.”
Prens Bismarck’tan bu nakli yapan Bediüzzaman Said Nursî, şu neticeyi çıkarmaktadır:
“İşte Amerika ve Avrupa’nın zeka tarlaları Karlayl ve Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri mahsulat vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki:
“Avrupa ve Amerika, İslâmiyet’le hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar, Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.” — Hutbe-i Şâmiye
Kraliyet Edebiyat Derneği’nin seçkin sanatçılara sunduğu “Gümüş Benson” madalyası sahibi ünlü İngiliz yazar Anthony Burgess, sadece Müslümanların mutlak ahlâkî değerlere sahip olduklarını, Batılılar’ın ya onları tüketim toplumu hâline getireceklerini, ya da onların Batılılar’ı Müslüman yapacaklarını belirterek, “Ben ikinciye inanıyorum. Müslüman olunca alacağım adı bile hazırladım: Yahya bin Abdullah” diyor.
Sonra bir kâğıt üzerine Arap harfleriyle bu adı yazıyor ve ekliyor: “İslâmlığı kabul edersem imzamı böyle atacağım.”
Hurda Demir adlı romanında 1900’lerde meydana gelen bütün büyük trajediler, Titanik faciası, 1915-1918 savaşı, Rus ihtilâli, İspanyol iç savaşı, II. Dünya Savaşı, İsrail’in kuruluşu, millî hareketler ve terörizm işleniyor. Burgess, şöyle diyor: “Kilisenin bu rölativist dünya görüşü mahkûm oldu. Biz Batılılar, ne zamandır imanımızı kaybettik. Ama Doğulu kardeşlerimiz Ruslar ve Çinliler de bizim gibi sadece seks ve tüketimi düşünür oldular. Sadece Müslümanlar, mutlak ahlâkî değerlere hâlâ sahipler ve bunun için dinleri uğruna savaşmaya ve ölmeye hazırlar.”
Ve Said Nursî diyor ki:
“Ey Cami-i Emevî’deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! İstikbalin kıt’alarında hakiki ve manevî hâkim olacak ve beşeri (insanlığı), dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakiki dinidir ki, Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder.” — Hutbe-i Şamiye
Resulullah’a gelen mesaj Mekke’nin fethi ve Arabistan’ın kurtuluşu ile davet son bulmamıştır. Resulullah 5 mektubu, özel elçilerle o zamanın en büyük 5 devletinin hükümdarlarına gönderdi ve onları İslâm’a davet etti. Kabul ederlerse kurtulacaklarını bildirdi. İstanbul’da Rum İmparatoru Herakliyus’a, Pers İmparatoruna, Mısır Kralına, Yemen Melikine ve Habeş İmparatoruna peygamberin elçileri gittiler ve mektupları teslim ettiler. Binlerce kilometre yol katedildi; o zaman bilinen dünyanın sınırlarına kadar mesajı yerlerine ulaştırdılar. Veda haccını hatırlayınız. 110.000 ashab huşu içinde Hz. Resulullah’ı dinliyor. Tebliğ ettim mi? diyor. Hepsi aynı anda “Ettin.” diyorlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber şükür içinde “Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab!” diye üç kere tekrarlıyor. Resulullah, “Burada olanlar, olmayanlara, duyanlar duymayanlara tebliğ etsin.” demişti. Nitekim mesajı alanlar bütün dünyaya yaydılar. Bu, Arap dini değil, bütün insanlığın dini idi. Bir taraftan Malezya ve Endonezya’ya, diğer taraftan Nijerya ve Mozambik’e kadar gittiler.
Bu gün ise bu kudsî emanet bütün insanlığa ulaşması için bizim omuzlarımıza teslim edilmiş. İkinci bin yıla bu vazifenin daha bir şuurunda girdik. Bütün insanlığa dünya ve ahiret saadetinin kapılarını açacak anahtar, İslâmiyet hakikatidir. Dünya onu arıyor.