“Binlerce yıl boyunca insan yüzü konuştuktan ve nefes alıp verdikten sonra, insanın edindiği izlenim o ki, yüz henüz anlatmaya başlamış bile değil ne kendisini, ne bildiklerini.”
— Antonin Artaud
Bir karikatürist, birkaç kalem darbesiyle ünlü bir kişinin resmini çizdiği zaman, onu tanımakta zorlanmayız. Gerçi bir karikatürü nasıl olup da bu kadar zahmetsizce tanıdığımızı düşünmeyiz; fakat bu son derece esrarlı bir olaydır ve bilim adamlarını uzun süredir meşgul etmektedir.
Buna karşılık, dünyanın en ünlü kişilerinin robot resimlerini çizdirecek olsanız, ortaya çıkan resmi hiç kimse tanıyamıyor! Bir karikatüristin basit bir iki hareketle başardığını, robot resim çizen ressamlar veya bilgisayar programları beceremiyor.
Bilim adamlarının, karikatüristlerin başarısı üzerinde uzun uzadıya durmaları, sadece basit bir meraktan ileri gelmiyor. Bu başarının sırrı çözüldüğü takdirde, insanlığın önemli bir sırrı da açıklığa kavuşmuş olacak: Birbirimizi nasıl tanıdığımızı öğreneceğiz.
Birbirimizi nasıl tanıdığımız sorusu, pek çoğumuza çok basit gelebilir. Verilecek cevap da hazır gibidir: “Herbirimiz diğerinden farklıyız da ondan.” Fakat gözümüzün önünde bir grup Çinli dizilecek olsa, işin hiç de bu kadar kolay olmadığını fark etmeye başlarız. O zaman da “Şu Çinliler birbirini nasıl tanıyor?” diye merak etmeye başlarız.
Bu şaşırtıcı bir soru gibi gelebilir; fakat bir Çinliye soracak olsanız, alacağınız cevap çok daha şaşırtıcı olacaktır: “Herbirimiz diğerinden farklıyız; ya siz birbirinizi nasıl tanıyorsunuz?” Çinliler bizim için ne kadar birbirine benzer görünüyorsa, biz gayr-ı Çinliler de onların gözünde o derece birbirimize benziyoruzdur.
Bu durumda hangi taraf haklı dersiniz?
Doğru cevap: Her iki taraf da. İster Çinli olsun, ister Amerikalı, ister Türk, ister Kızılderili, bütün insanlar birbirine son derece benzeyen yüzlere sahiptir. Bu, elbette ki, bütün yüzlerin tıpatıp birbirinin aynı olduğu anlamına gelmez; ama aradaki farklar hiç de sandığımız kadar derin değildir. Yüzlerin birbirinden çok farklı görünmesi, bizim onlara bakarken kullandığımız farklı yöntem sebebiyledir. Eğer biz bir otobüsü elektrik direğinden ayırt ederken izlediğimiz yöntemle insanları tanımaya kalksaydık, Greta Garbo ile İndira Gandi’yi birbirinden ayırmakta çok, ama çok zorlanacaktık. Nitekim bugün dünya üzerinde yaşayan insanlar arasında çok az sayıda da olsa bazıları böyle bir işlemi asla başaramıyorlar.
1997 yılında, Kanada’da trafik kazası geçiren CK (tam adı açıklanmıyor) isimli bir hasta, kaza sonrasında okuyup yazamaz ve eşyayı tanıyamaz hâle gelmişti. Toronto Üniversitesi’nde yapılan testlerde, CK’nın hayvan, çiçek, mobilya, araba gibi eşyayı bile büyük güçlükle ancak tanıyabildiği görüldü. Fakat insanları tanıma konusunda CK’nın hiçbir problemi yoktu. Bir kurşun kalemi tanıyamayan hasta, insanları birbirinden ayırt etmekte hiç zorlanmıyordu. Bu, beyinde insan yüzünü tanımakla görevli bölgenin farklı bir bölge olduğu yolundaki görüşleri haklı çıkaran bir vak’a olarak kayıtlara geçti. CK’nın beyninde hasar gören bölge, eşyayı tanıma işlevini gören bölgeydi. İnsan yüzünü tanımakla görevli bölgede ise herhangi bir hasar meydana gelmediği için, hasta da bu konuda bir sıkıntı çekmiyordu.
Peki, nasıl oluyor da bu bölge, meselâ bir domatese veya mantara bakarken değil de sadece insan yüzüne bakarken faaliyete geçiyordu?
Bilim adamları, domatesi, mantarı ve daha başka sebzeleri kullanarak insan yüzüne benzer bir şekil yaptıkları zaman, CK bunu tanımakta da zorlanmadı. Hasta “Şurası ağız, burası burun, burası göz.” diyor; fakat şekil bozulunca, ağzı, burnu veya gözü teşkil eden sebzelerden hiçbirini tanımıyordu. Şekil ters çevrildiğinde, parçalandığında, yahut üst ve alt kısımlar yer değiştirdiğinde, CK yine bu şekilden bir anlam çıkaramıyordu. Öyleyse, tıpkı karikatüristin birkaç basit kalem darbesi gibi, insan yüzünün genel heyetini teşkil eden ve beyindeki özel bölgeyi harekete geçiren bir şekil, bir tür şifre bulunmalıydı. En azından şimdilik, bilim adamları bizim birbirimizi böyle bir şifre sayesinde tanıdığımızı düşünüyorlar.
İnsan yüzünü ayırt eden işlemler, beynimizde o kadar hızlı ve “doğal” bir şekilde cereyan eder ki, bu işlemleri gerçekleştiren beyin sisteminin karmaşıklığı hiçbir zaman dikkatimizi çekmez. Oysa biz birbirimizin yüzüne baktığımızda, beyinlerimizin farklı bölgelerinde algılama, tanımlama, hissetme, hatırlama, karşılaştırma gibi pek çok işlem, saniyenin beşte biri kadar bir zaman içinde gerçekleşivermektedir. Bu arada, göz ve ağız hareketlerini izleyen, yüz ifadelerini okuyan ve sayısız yüz ifadesini birbirinden ayırt eden bölge ve sistemlerin de farklı bölge ve sistemler teşkil ettiğini ve yüz tanıma ve hatırlama ile ahenkli bir şekilde işlediğini unutmamamız gerekir.
Bir yüzü tanımak ne kadar önemli ise, daha sonraki görüşte onu hatırlamak da en az onun kadar önemlidir. Aksi takdirde, insanların yüzlerini birbirinden ayırt etmiş olmamızın fazla anlamı kalmazdı. Bizim birbirimizi tanımamız ve hatırlamamız, bir bilgisayar üzerinde çalışmamıza benzetilebilir: Bir insanın yüzüne baktığımızda, ekranda açık bir dosya üzerinde çalışıyoruz demektir. Sonra, bu dosyayı nasıl sabit disk üzerine kaydediyorsak, gördüğümüz insan yüzünü de hafızamızın bir yerlerinde saklarız. Sonra, aynı kişiyi tekrar gördüğümüz zaman, bilgisayar üzerinde kaydettiğimiz dosyayı bulup tekrar açar gibi, o kişiyle ilgili bilgileri de hafızamızın derinliklerinden çıkarıp gözümüzün önündeki yüzle karşılaştırmamız gerekecektir.
Laboratuar araştırmaları, insanların iki gün önce gördükleri yüzü, yüzde 96 kesinlikle hatırlayabildiklerini göstermiştir. Daha sonraki haftalar ve aylar boyunca bu miktar düşmekte, dört aydan sonra ise çok daha keskin bir düşüş görülmektedir. Bu saklama ve hatırlama sisteminin nasıl işlediği ise bütünüyle meçhulümüzdür. Ne olursa olsun, arşivin dinamik bir biçimde tutulduğunu ve sürekli olarak güncellendiğini biliyoruz. Sık sık erişilen “dosyalar” daha canlı ve köklü bir biçimde hafızada yerleşiyor, uzun zaman kullanılmayanlar ise sanki git gide uzak köşelere “taşınıyor”, sonra da atılıp gidiyor. Bu arada, hafızamızda iyice yer etmiş birisinin, meselâ eski bir dostun görüntüsü, biraz buğulu bir şekilde de olsa öylece saklanıyor ve yıllar sonra biz o dostla tekrar karşılaştığımız zaman eski ve yeni resimleri karşılaştırıp saçlarına düşen akları ve yüzünde derinleşen hatları ayırt edebiliyoruz.
Bütün bunlar, sıradan bir gün içinde yüzlerce defa hiç düşünmeksizin yapıp durduğumuz şeylerdir. Böyle bir yeteneğin insan hayatında ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu bilfiil bilen pek az sayıda insan var dünyada. Onlar, “prosopagnosia” denen yüz körlüğüne müptela kişiler.
Yüz körlüğü, ya kalıtsal olarak görülüyor, ya da bir arıza nedeniyle sonradan ortaya çıkıyor. İnsan beyninde yüzü tanımakla görevli küçük dokunun bir yerinde küçük bir pıhtılaşma, bir ufacık tıkanıklık, bir besin yetersizliği, buna yol açabiliyor. Ve o zaman insan, anne veya babasını bile ayırt edemez hale geliyor. Hattâ aynadaki görüntüsüne çarptıktan sonra kendi kendisinden özür dileyebiliyor!
Kendinizi, yeni bir işyerinde farz edin. İlk günleriniz biraz sıkıntılı geçecektir. Herkesle tek tek tanıştırılırsınız; kimin odası nerede, kimin masası ne tarafta, bunları öğrenmeye çalışırsınız. Şu Ahmet, bu Selma, ötekisi Erol’dur. Bir gün içinde bütün bunları ezberleyemeseniz bile, sonraki günler yavaş yavaş ortama ve insanlara ısınırsınız. Hiç kimse, hemen yanı başınızdaki masada çalışan arkadaşınızı, bir ay sonra size tekrar tanıtmaya kalkmaz.
Fakat aradan ay değil, yıllar geçecek olsa, yüz körlüğüyle malûl bir kimsenin durumunda değişen hiçbir şey olmayacaktır. Çünkü onun için bir kimseyi ilk defa görmekle bin beş yüzüncü defa görmek arasında hiç, ama hiçbir fark yoktur.
Bir yüz körü, problemini şu sözlerle anlatıyor: “İnsanların yüzlerini, netleşmemiş bir objektiften görüyorum. Yüzden başka her şey net. Resim çekiliyor, fakat arşivlenmiyor. Tıpkı boş veya yanmış bir film gibi. O anda görmekte olduğum kişiyle geçmişte görülenler arasında hiçbir bağ yok.”
Çevresindeki insanları birbirinden ayırt edemeyen bir kişinin sıradan bir gününü tasavvur etmek kolay bir iş değildir. Yüzlerin olmadığı bir dünya düşünün: Eşinizde, çocuklarınızda, anne ve babanızda, komşunuzda, arkadaşlarınızda, dostlarınızda, sokakta gördüğünüz insanlarda yüzler dümdüz olmuş. Kime bakışınızı çevirseniz tek tip bir flu maskeden başka bir şey göremiyorsunuz. Gördükleriniz size hiçbir şey hatırlatmıyor. Gerçek dünyadan kaçıp bir film seyretmeye kalksanız, kahramanlarını birbirinden nasıl ayırt edeceksiniz?
“Birkaç ay önce çekilmiş filmleri fotoğrafçıya bırakmıştım.” diyor böyle birisi. “Çeşitli ortamlarda çekilmiş fotoğrafları incelerken, resimlerden birini gösterip ‘Bu şirin kız da kim?’ diye sordum. Fotoğrafçı güldü: ‘Torununu tanımadın mı yoksa?”’
Böyle durumdaki bir hastanın yapabileceği belli başlı şey, daha başka ipuçlarından yararlanmak suretiyle insanları tanımaya çalışmaktır. Saç modeli, sakal, elbise, yürüyüş biçimi, ses bu ipuçları arasındadır. Fakat bunlardan hiçbiri güvenilir ölçüler teşkil etmiyor. Bir kurdela taktığında saç modelinin bir anlamı kalmıyor; yürüyüş biçimi, otururken bir işe yaramıyor; civardaki en uzun boylu olarak hatırlanan bir kişi, daha uzun boylu birisi çıktığında artık tanınmaz oluyor. Hasta, birisini kahkahasından tanıyorsa, onunla ancak neş’eli günlerinde merhabalaşacak demektir.
Eğer “prosopagnosia”nız varsa, sokakta yürümek belki de dünyanın en sıkıntılı işi demektir sizin için. Çünkü her an tanıdık biriyle karşılaşıp onu tanımamak gibi bir tehlikeyle karşı karşıyasınızdır. Hattâ yürüyüş biçimi, saç modeli, boy pos gibi ipuçları bile böyle bir durumda fazla işinize yaramaz. Çünkü insanı tanıma işlemi, normal olarak beyinde bir saniyenin beşte biri kadar zamanda olup biten bir iştir ve muhatabınız sizi böylesine çabuk ve zahmetsizce tanıyacak ve yüzünüze gülümseyecektir. O arada siz onu tanımaya yarayacak ipuçlarını henüz toparlamaya başlamışsınızdır! Böylece, birkaç sokaklık bir yürüyüş sırasında kaç kişinin tebessümünü cevapsız bıraktığınızı tahmin etme şansınız bile yoktur.
Kaldı ki, durağan ortamlarda, insanın elinde yeteri kadar fırsatın bulunduğu zamanlarda bile bütün ipuçlarını değerlendirerek birisini öylece tanımak pek makbule geçmeyecektir; çünkü bu zaman alan bir iştir. Bir tanıdığınızın sekiz saniye süreyle yüzünüze bakıp bakıp, sonra size “Merhaba” dediğini bir tasavvur edin!
Böyle sıkıntılar, bazı hastalara gerçek bir körlüğü tercih bile ettirebilir. Çünkü kimse bir âmânın gözüne parmaklarını tutup da “Bu kaç?” diye sormaz. Yüz körlerini en ziyade muzdarip eden ise, karşılarında dikilen ve “Ben kimim?” diye soran tanıdıklardır!
Yüz körlüğüne, bazan bir başka problem daha eşlik eder: yüz ifadesini okuyamamak. Bu, tanıdık bir yüzü hatırlayamamanın yanında belki bir ayrıntı gibi görünebilir. Fakat hayatımızı, özellikle huzur ve mutluluğumuzu bütünüyle bu tür ayrıntılara borçlu olduğumuzu unutmamalıyız. Gerçi ses ve konuşma biçimi, bir ölçüde de olsa bu problemi hafifletebilir, ama yüz ifadesinin insan hayatından tamamen çekildiğini hayal etmek hiç de kolay bir iş değildir. Yabancılarla dolu bir dünya; üstelik bu yabancıların tümü duygusuz! Meselâ, öfkeden küplere binmiş komşusunun yüz ifadesi ona hiçbir şey anlatmaz. Bir dost gülüşünün insana vereceği şeylerden ise, o bütün bir hayat boyu yoksundur.
İnsanların duygularını okumanın yegâne yolu onların yüzüne bakmaktan ibaret değildir kuşkusuz; fakat araştırmalar, insanların birbirini görme ve işitme şansının beraberce bulunduğu ortamlarda duygularını yüzde 90 görsel, yüzde 10 işitsel yollardan aktardığını göstermektedir. Bu durumda, yüz körlüğünden muzdarip bir kimse için, ilişki içinde bulunduğu insanların duygularını çözümleme şansı yüzde 10’un çok fazla üzerine çıkamayacaktır.
Hasta, özellikle bu durum kalıtsal ise, bütün hayatını böyle bir ortamda geçirmiş olabileceği için, problemi hissetmeyebilir. Fakat onun çevresi için bu durumun çok daha çekilmez olacağında şüphe yoktur. Çünkü yüz ifadesini okuyamamanın sonucu, hastanın yüzünde de ifade noksanlığı şeklinde belirmekte, fakat kişi bunu asla fark etmemekte, sadece etrafındakilerin “Mahkeme duvarı gibi hissiz adam!” şeklindeki yakınmalarını işitmektedir.
Yüz körlüğü, çok şükür ki, pek seyrek görülen bir problem teşkil ediyor. 1947 yılında adı konan bu problem üzerinde, seyrekliği yüzünden, yeterli çalışma yapılamıyor. Normal insanlar üzerinde yapılan araştırmalar ise, yüz tanıma şeklindeki bir yeteneği bizim çok, ama çok erken kazandığımızı gösteriyor. Bebekler, dünyaya geldikten birkaç saat sonra büyüklerin gülüşlerini ve yüz ifadelerini taklit etmeye başlayabiliyor. Daha ilk günden itibaren bir bebek, kendi annesinin yüzüne, başka kadınların yüzünden daha çok bakıyor ve onu tanıdığını açıkça belli ediyor. Bir yüz ne kadar güzel ve çekici ise, bebeklerin dikkatini de o derece üzerinde topluyor. Fakat ters çevrilmiş yüzlere baktığında, bebek güzel ile çirkini ayırt edemiyor—tıpkı biz yetişkinlerin ters yüzleri tanıyamayışı gibi. Bütün bunlar birkaç gün, hattâ birkaç saat içinde öğrenilecek şeyler olmadığına göre, geriye bir ihtimal kalıyor:
Biz birbirimizi tanımayı başka yerde, başka zamanda öğreniyoruz.
Ve dünyaya, iki yönlü bir nimete erişmiş olarak gözümüzü açıyoruz.
Bir yandan, insan yüzü gibi, evrenin en göz kamaştırıcı ve en taklit edilmez sanat eserini üzerimizde taşırken, diğer yandan da birbirimize bakıp bu eserlerin sayısız versiyonunu seyredebiliyoruz.
Belki içimizden pek azı, bu konuda bizim kadar talihli değil; ama bundan daha kötüsü de var:
İnsan yüzündeki imzayı görememek; yahut onun anlattıklarını çözememek...