“Fikret Bey, arkadaşı Kenan’ın babasının vefatı dolayısıyla taziye süresince ona arkadaşlık etmişti. Cenaze namazında görüştükleri ve tanıştıkları Mesut Bey’i de Kenan’ı teselli edeceği düşüncesiyle taziye evine davet etmişti. Daveti kabul eden ihtiyar, ölüm üzerinde çok faydalı şeyler anlattı. Özellikle, ruhun ölmediğini, ölenin beden olduğunu vurguladı. Dinleyenlerden Erdem Bey, bu sohbetten en çok etkilenen şahıs idi.”
Kenan’ın babasının taziye meclisindeki konuşmalar, özellikle arkadaşı Erdem için, tam bir ilmî seminerler dizisiydi. Uzun süre tek kelime etmeden, konuşulanları dikkatle dinledi.
Sonunda nazik bir girişle söze karıştı. Bir sorusu olacaktı:
“Açıklamalarınız doğrusu bana orijinal geldi ve herkes gibi bir gün ölecek birisi olarak içimde bir rahatlama hissettim. Bununla birlikte bir şeye de doğrusu çok hayret ettim. İnsanların çoğu ruh kavramını niçin reddediyorlar, yahut onu hiç düşünmeden yaşıyorlar?”
Fikret Bey, “Efendim,” dedi “Bu konuda birkaç kelâm edebilir miyim?”
“Elbette!” dedi Mesut Bey. “Burası bir sohbet meclisi. Bir konferans salonu değil ki sadece ben konuşayım.”
Fikret Bey,
“Ben okumayı çok seven birisiyim.” diye söze başladı. “Radyo ve televizyonla pek aram yoktur. Sadece haberleri dinlerim, bir de dikkatimi çeken bir program varsa onu takip ederim. Bunun dışında bütün vaktimi okumaya vermiş bulunuyorum. Ruh konusunda da biraz araştırmam oldu.”
Sonra Erdem Bey’e dönerek:
“Sorunuzun iki ayrı kanadı var. İkisine de özet olarak değinmeye çalışacağım.” dedi.
“Acele etmenize gerek yok. Biz Kenan Bey’e bu gece geç saatlere kadar arkadaşlık etme niyetiyle geldik.”
Devam etti Fikret Bey:
“Şirketimizde bir idareci kadro, bir de çalışanlar var değil mi?”
“Elbette.”
“İşte bu varlık âleminde de iki ayrı âlem var. Birisi kanunlar âlemi, diğeri de o kanunların uygulandığı varlıklar.
Maddeciler, bugünkü tabirle Materyalistler, âlemdeki bu ikiliyi unutur, daha doğrusu görmezlikten gelirler.
Dünyayı da güneşi de görürler ama dünyayı o güneşe bağlayan çekim kuvvetinden habersiz yaşarlar.
Toprağa bakar, yer çekimini dikkate almazlar.
Yavrusunu bağrına basan annede bunun ayrı bir tecellisi göze çarpar. Maddeciler anneyi de yavruyu da görürler ama bu manzarada o ikisinden başka bir şey olduğunu, bu olayın bir “şefkat” ile gerçekleştiğini bilmek istemezler.
Mıknatısı da çiviyi de görürler, ama çekim kuvvetini gereğince dikkate almazlar.
Arabanın tekerlerinin döndüğünü görürler, bu dönme olayının bir şoförün iradesiyle olduğunu kabul ederler, ama yürüyen bir insanın o ayaklarını hareket ettiren ayrı bir mahiyetin de bulunması gerektiğini anlamaya yanaşmazlar.”
Fikret Bey, biraz durakladı ve Mesut Bey’e dönerek,
“Bilmem efendim, siz ne buyurursunuz, ama ben bu konuda şöyle bir noktaya geldim:
Ruhu inkâr edenler, o günahkâr ve isyanla dolu ruhlarının ahirette azap göreceği korkusuyla, gerçekte, ahireti inkâr etmek için yola çıkıyorlar ve bunun yolunu da ruhu inkârda buluyorlar.”
Mesut Bey,
“Güzel bir tespit.” diyerek Fikret Bey’i tasdik etti ve ekledi:
“Aslında bütün iman hakikatlerinin inkârına çoğu kez bu yolla gidiliyor. Bir örnek vereyim:
Doğru yolda giden, imanlı ve faziletli bir insan bütün yaptıklarını meleklerin kaydettiğine inanmaktan büyük bir zevk duyar. Ama isyan üzere olan ve yanlış işler gören bir kimse psikolojik olarak melekleri inkâra meyillidir. Akıl plânında hiçbir değeri olmayan bir takım vehimlere rahatlıkla yapışabilir.
Meselâ, melekleri görünmedikleri için inkâr yoluna giderken hiç düşünmez ki, o nuranî varlıkları yine görünmez bir varlık olan aklıyla inkâr etmektedir.
İşte onu, bu açık yanlışını göremeyecek hale getiren, günahları ve isyanlarıdır. Halbuki, Allah’ın rahmeti sonsuzdur, hiçbir günah o sonsuz rahmetin bağış sahasına sığmayacak kadar büyük değildir. Yeter ki, kul günahından samimi olarak tövbe etsin.”
Erdem Bey,
“Konuşmanızdan gerçekten çok faydalandım. Müsaade ederseniz ben Fikret Bey’den ruhla ilgili konuşmasının ikinci bölümünü de tamamlamasını rica edeceğim.” dedi.
Fikret Bey,
“İkinci bölüm mü dediniz? Özür dilerim hatırlayamadım.”
Erdem Bey, konuya açıklık getirdi:
Soruma cevap verirken, “Sorunuzun iki kanadı var.” diye söze başlamıştınız.
“Tamam! Hatırladım.” dedi Fikret Bey. “Siz bazı kişilerin ruhu inkâr ettiklerini yahut onu hiç düşünmeden yaşadıklarını söylemiştiniz. Ben şu ana kadar, ruhu inkâr edenlere karşı birkaç söz söyledim. Asıl büyük çoğunluk, ‘ruhu inkâr mı, kabul mü ettiklerini’ hiç düşünmeden ve ruhtan gafil olarak yaşayan kesim.
Manevî önderlerimiz, insanın üç ayrı yönü olduğunu ifade ederler: Nebatî, hayvanî ve insanî yönler.
Nebat, bitki demektir. İnsan da bir bitki gibi ana rahminde bir tohum olarak başlayan yolculuğunu büyüyerek devam ettirir. İşte insanın bu yönüne “nebatî,” bugünkü tabirle “bitkisel” yön deniliyor.
Bir de insanın yeme, içme, evlenme, görme, işitme, yürüme, uyuma gibi hayvanlarla ortak yönleri var.
İşte bütün ömrünü bu ilk iki dairede geçiren insanlar ruhu hiç düşünmezler.
İnsanlık, düşünme fonksiyonu ile başlar. İnsan da bir meyveyi yer, hayvan da. Ama insan o meyvenin ağaçtan, ağacın da bütün bir kâinattan süzüldüğünü bilir. Ayrıca insan, o meyvenin taşıdığı vitaminlerden, kalorisinden, gıda değerinden ve daha nice özelliklerinden haberdardır. Hayvan bütün bunlardan mahrumdur. İşte insanın bu yönü ruhuyla ilgilidir.
Şu var ki, varlık âlemi üzerinde kafa yoran, eşyanın özelliklerini inceden inceye keşfeden bilim adamları akıl nimetini iyi kullanmanın yanında, bunu kalp ile de desteklemelidirler. Aksi halde, bu vadide fazla bir yol almış sayılmazlar.
“Şu varlıkları kim yarattı?”
“Bunlara bu faydalı özellikleri kim koydu?”
“Her varlığı sonsuz bir ilimden haber veren bu eşyanın gerçek sahibi kim?”
“Ben de bu varlıklardan biriyim ve bende şu âlemde bulunmayan nice özellikler var. Bunları bana kim ihsan etti?”
“Bu dünyaya kendi irademle gelmediğime göre beni bu yeni âleme kim getirdi?”
“Ve yine ben bu dünyadan göçmek istemediğime göre beni kabre doğru hangi kudret sevk ediyor?”
“Her iyiliğe, her ikrama teşekkür edilmesi insanlık gereği olduğuna göre, o sonsuz rahmet sahibine karşı nasıl şükretmeliyim? Bunu kimden ve nasıl öğrenmem gerek?”
Bu ve benzeri sorularla insanın bir başka yönü ortaya çıkar. O da, iman ve İslâm yönüdür. İşte gerçek insanlık burada başlar. Bu noktaya ulaşan insanlar, ruhlarını bedenlerinden daha fazla düşünürler. Ruhun ihtiyaçlarını daha fazla önemserler. Ruha ve kalbe zarar verecek davranışlardan, düşüncelerden ve huylardan hassasiyetle kaçınırlar.
Çevremize baktığımızda çoğu kimsenin ruhlarını unuttuklarını ve sadece bedenlerinin ihtiyaçları peşinde koştuklarını görürüz. Bu zavallılara gerçek insaniyetin ne olduğunu anlatma görevi bizlere düşüyor. Yoksa sorumlu oluruz.”
Mesut Bey,
“Sizi tebrik ediyorum.” dedi. “Siz beni burada bir şeyler söyleyeyim diye davet ettiniz, ama ben vereceğimden çok fazlasını aldım. Çevremizde sizin gibi aydın kişilerin, değerli fikir adamlarının bulunduğunu görmekten doğrusu çok memnun oldum.”
O sırada Kenan Bey ziyaretçilere çay ikram etti.
Mesut Bey, çayını yudumlayarak şöyle devam etti:
Geçenlerde Mesnevî-i Nuriye adlı eseri okurken şöyle bir ifadeye rastlamıştım; konuşmanız bana onu hatırlattı:
“Cismaniyetten çık, hayvaniyeti bırak. Kalp ve ruhun derece-i hayatına gir!”
Bu cümle, daha doğrusu bu tavsiye, bu emir uzun süre zihnimi meşgul etti:
“Ben cismaniyetten nasıl çıkabilirim. Bu ancak ölümle gerçekleşir.” diye düşündüm.
O anda hatırıma Peygamber Efendimizin şu hadisi geldi:
“Ölmeden önce ölünüz.”
Bu hadis bir umman. Ben bir kıyısından bir avuç su kabilinden bir şeyler anladığımı sanıyorum. Size de aktarmak isterim:
Fikret Bey,
“Buyrun efendim. Minnettar oluruz.”
Mesut Bey,
“Yunus Emre ne güzel söyler:
Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim.
İşte bu noktaya gelen insan ölmeden önce ölmeyi yakalamış demektir. Çünkü varlığa sevinmemek, yokluğa üzülmemek dirilerin kolayca başaracakları bir iş değildir.
İnsanların iltifatlarına, beğenmelerine, alkışlarına istekli olmamak, onların tenkitlerini de önemsememek yine bizim gibi dirilerin işi değil. Ancak ölmeden önce ölmüş ve her an Allah’ın huzurunda olduğunu hatırlama şerefine ermiş bir kul, artık kulların övmeleriyle yermelerine bir bakabilir.
Ve en önemlisi, “Ölünün iradesi kalmaz.”
Bu dünyada nefsinin istekleriyle Allah’ın rızası çakıştığı zaman, insan nefsini bir yana itebiliyor ve İlâhî iradeye tabi olabiliyorsa “Ölmeden önce ölme” sırrına ermiş demektir.
Rahmetli Rüştü Bey’i düşünelim: Şu anda onun için dünyanın rakipsiz padişahı olmakla bir gecekonduda yaşamanın farkı kalmamıştır. Bütün insanların kendisini alkışlamaları artık bir mana ifade etmemektedir.
Bizde bunun şuurundayız ki, bu taziye evinde onun servetini, makamını değil imanını, ahlâkını, ibadetini konuşuyoruz.
Bu bizim için büyük bir derstir. O halde “ölmeden önce ölme” gerçeğinden bir nur yakalayıp, ömrümüzü kabir ötesinde değer ifade edecek sahalarda geçirmeye çalışalım.
Derin bir nefes aldı:
“Biraz uzattım herhalde.” dedi.
Erdem Bey,
“Zevkle dinliyoruz ve istifade ediyoruz.” dedi.
Diğerleri de benzer şeyler söylediler.
Mesut Bey bir süre durakladı. Konunun nereden başladığını hatırlamak istiyor gibiydi:
“Evet” dedi, “Cismaniyetten çıkmak” ana hatlarıyla böyle anlaşılabilir.
İşin ikinci basamağı, hayvaniyeti bırakmak. Hayvan, canlı demektir. Hayvaniyeti bırakmayı da ölmek şeklinde anlamamız yanlış olur. Bundan maksat, az önce Fikret Bey’in de değindiği gibi, sadece yemek, içmek, evlenmek gibi hayvanî ihtiyaçları karşılamak için yaratılmadığını bilip, bu dar dairede boğulmayıp bu çemberi aşmak demek olur.
İşte bunu başaranlar, kalp ve ruhun hayat mertebesine çıkarlar.
Bu konu da ayrı bir derya. Anladığım kadarını kısaca arz edeyim:
İnsan yemekten lezzet aldığı gibi, başkasına ikram etmekten, fakirleri doyurmaktan da bir lezzet alır. İşte bu ikinci lezzet kalp ve ruha aittir; cisme ait değildir.
İkram ve ihsan etmekten zevk duyan bir insan cismaniyet ve hayvaniyet safhalarını geride bırakmış, gerçek zevki yakalamış demektir.
Bir başka örnek vereyim:
Bir genç oyun oynamaktan zevk duyduğu gibi, ders çalışmaktan da zevk duyar. Bu ikinci zevk kalp ve ruha aittir.
Cismanî ve hayvanî lezzetler bir an sonra yok olurlar. Cisim gibi onlar da fanidirler. Ama kalbe ve ruha mal olanlar daimidir, ebedidirler. Dün yediğimiz yemeklerin tadı şu anda damağımızda değil, ama tâ ilkokulda ezberlediğimiz çarpım tablosu hâlâ hafızamızda.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:
“İhtiyar oyunla oyalandıkça yüz yaşına da girse yine çocuktur. Çocuk, oyunla oyalanmıyorsa büyük sayılır. Burada yaşa itibar edilmez.”
Erdem Bey,
“Çok güzel. Gerçekten harika bir tespit. Sizin sözlerinizi bu vecizenin ışığında değerlendirdiğimizde sanırım şöyle bir sonuca ulaşmış oluruz:
Sadece kendini büyütmek ve geliştirmek için çalışan insanlar bitki sayılırlar. Sadece yeme, içme ve şehvet dairesinde yaşayanlar da hayvan hükmündedirler. Burada onların makamlarına, rütbelerine itibar edilmez.”
Mesut Bey,
“Bu yorum da çok güzel.” diyerek Erdem Bey’i tebrik etti ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
Buradan şu noktaya gelebiliriz:
“Ölüm cismimiz için olduğu gibi cismanî lezzetlerimiz içindir de. Ruha mal olanlar için ölüm yoktur, çünkü ruh için ölüm yoktur.”
Mesut Bey biraz durakladı:
“Bir çay daha rica edebilir miyim?” dedi.
Kenan çayı getirinceye kadar susmayı tercih etti. Bakışlarını odadakiler üzerinde kısa fasılalarla şöyle bir dolaştırdı.
Kenan içeri girince konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü:
“Kalp ve ruhun en büyük zevki Allah’a iman etmekte, onun emrini tutmakta ve yasaklarından kaçınmaktadır.”
Odaya derunî bir hava hâkim olmuştu. Herkes cenazeyi de kendilerini de unutmuş, bir başka iklime girmiş gibiydiler.