TR EN

Dil Seçin

Ara

Kötülüğün Sıradanlığı

Yeryüzünde neden kötülük var? Safça bir soru olduğunun farkındayım ama ruh sağlığı disiplinleri de bu sorunun cevabını arıyor. Kötülük hepimizin bildiği üzere tek başına cereyan etmiyor. Onun ortaya çıkması için bir zalim ve bir kurban, çoğu zaman da tanıklar gerekiyor. Kötülük, sosyal olarak icra edilen bir şey.

 

Sosyal psikolog Roy Baumeister kötülüğün kaynağında dört sebep görüyor: İlki, para veya iktidar anlamında maddi kazanç sağlamak. Bu durumda kötülüğü ayırt etmemizi sağlayan şey, amaçlar değil kullanılan araçlar. Kişi parayı ele geçirmek için saldırganlığa başvurur veya gayriahlaki yöntemler kullanır, çünkü meşru yöntemlerle başarıya ulaşamayacağına inanır.

Kötülüğün ikinci kaynağı, kişinin bencilliğinin tehdit edildiğini hissetmesidir. Katiller, suçlular, psikopatlar yüksek özsaygıya sahip kimselerdir. Bu kişilerin kendileri hakkında sahip oldukları olumlu benlik imgesi sorgulandığında saldırganlık ortaya çıkabilir. Şiddete en çok eğilimli insanlar ego tehditlerine en duyarlı insanlardır, özellikle de kendi değerleri hakkında şişmiş, fazlasıyla ‘uçmuş’ kanaatlere sahip olanlardır. Çoğu zaman şiddet, ego tehdidinin kaynağına yönelir, onu susturmak, yıldırmak, cezalandırmak ister.

Kötülüğün bir diğer kaynağı, idealizmdir. İnsanlar kendilerini iyinin mutlak savaşçıları, iyinin yegâne temsilcisi saymaya başlamışlarsa, hasım olarak gördükleri insan ve gruplara her türlü kötülüğü yapabilme hakkını kendilerine verirler. Soylu hedefler uğruna saldırganlık ve şiddet kullanmayı meşrulaştırırlar. Gerçekte kullanılan yöntem ve araçlar, o sözüm ona soylu amaçların itibarını zedeler, onları kirletirse de bunu görmemeyi yeğlerler. Gruplar içine yerleşip kendisini ‘iyi’, ötekini ‘kötü’ olarak tanımlamak insanın doğasında var. Grup rekabeti her zaman zalimce bir çatışmaya dönme ihtimalini içinde taşır.

Dördüncü bir kötülük kaynağı da sadistik zevktir. Ancak zarar vermekten hoşlanan insanlar kötülük işleyenlerin küçük bir oranını oluşturur.

Saldırgan dürtüler normalde iç yasaklamalarla kısıtlanır. Kötülük, iç kısıtlamanın zayıfladığı, iç frenlerin tutmadığı durum ve zamanlarda ortaya çıkar. İçinde yaşadığımız kültür bize ‘cinnet ânında’ suç işlemenin mümkün olduğunu öğretiyor. Duygusal alt üst oluşların, kendimizi denetleme duygusunu ortadan kaldırabileceğini kabulleniyoruz. Kötülük, aldığı ufak onaylarla önce küçük adımlar atıp sonra büsbütün kontrolden çıkabiliyor. Aslında başka bir insana zarar vermek, çoğu zaman insana kendisini kötü hissettiren bir durum. O halde kötülüğü işleyen kişi hemen kendisine bir bahane, bir mazeret üretiyor. Böylece yaptıklarının kabul edilebilir olduğunu düşünüp nahoş duygulardan uzaklaşmak istiyor.

Kötülük işleyen insanların ne kadar sıradan insanlar oldukları, pek çok zaman iyi bir komşu, müşfik bir aile babası gibi göründükleri dile getirilir. İnsanların dışa yansıyan kötülük işaretlerinin olmaması çoğumuza şaşırtıcı gelir. Nasıl olur da arkadaşlarına, çevresine, komşularına normal görünen bir kişi akıl almaz cinayetler işler, değil mi? Hannah Arendt ünlü Nazi Adolf Eichmann’ı gözlemleyerek ‘kötülüğün banalliği’nden bahsetmişti. Herkes insan biçiminde bir şeytan beklerken sıradan bir insan çıkmıştı ortaya. Sıradanlığı adeta hayal kırıklığı yaratıyordu. Bir kitle katliamcısından beklenmeyecek kadar sıradan. Sanki otobüste yan yana oturduğunuz, göz ucuyla bir bakıp unuttuğunuz yüzlerden biri gibi. Banalliğin asıl şoku, kişi ve suç arasındaki oransızlıktır.

İnsan doğası mı yoksa içinde yaşadığımız kültür mü, şiddet ve saldırganlığı artırıyor? Saldırganlık ve şiddet sadece kalıtım ve içgüdülerle açıklanamaz. Saldırganlık büyük ölçüde öğrenilmiş bir davranıştır ve çoğu zaman da duruma özgüdür. Tuhaf olan insanın uygarlık sürecinin kötülüğü azaltmak yerine çoğaltmasıdır. Çünkü modern ahlak bencilliği kınamıyor, alçakgönüllülüğe cevaz vermiyor. Gelecek kuşaklar, giderek yoğunlaşan çevre kirlenmesiyle birlikte bizim kurbanlarımız olarak dünyaya gelecekler. Uygarlık dediğimiz şeyin insanın iç denetimi üzerinde yükseldiğini söyleyen Freud’un kemikleri sızlıyor olmalı!

Kötülüğün kol gezdiği bir iklimde, Türkiye’nin gençleri de hanidir hançeri birbirlerine saplıyorlar. Erkeklik davası mı bu? Hançer saplamak gençliğin bizim artık aşinası olamadığımız yeni âleminde yetişkinliğe geçişin bir ritüeli mi? Bir hançer saplayarak, bir başkasının canını acıtarak, bir başkasını yok ederek, bir aileyi acılara gömerek var olmak ancak psikopatlığın raconuna uyar. Türkiye’de, izleyebildiğim kadarıyla, gençler arasında psikopatik arsızlık ve acımasızlık tırmanıyor ve erkekliğin kitabı antisosyalliğin, zalimliğin, kan dökücülüğün kitabına uydurularak yeniden yazılıyor. Vahşi hayvanlar gibi, en çok can acıtanın ‘en erkek’ sayıldığı bir cangılda mı yaşayacağız?

Bu durumu, basitçe bazı televizyon yapımlarına bağlamak sorunu küçümsemek olur. Türkiye’nin gençleri bir ümitsizlik duygusundan mustarip. Gençler geleceğe baktıklarında bir ışık görmek istiyorlar, bir iş bulabileceklerine, kendi hayatlarını yazabileceklerine, sevip sevilebileceklerine dair bir ümit ışığı. Oysa hayat onlar için her geçen gün daha fazla zorlaşıyor. Anne babalarının televizyon karşısında uyuklamaktan yeterince sevgi veremediği bir kuşak, bir kanser hücresi gibi hızla ülkeyi istila ediyor. Geçtiği yerlere sevgisizliğin tohumlarını, şefkat görmemişliğin zehirli havasını bırakarak. Zamanımızı, dikkatimizi, varlığımızı onlardan esirgediğimiz için, şimdi onlar büyük bir boşlukta asılı kalmış durumdalar. Onlara bağlanabilecekleri bir değer, yüreklerini tutuşturan bir ülkü, hayatlarını gülistana çevirecek bir anlam sunamadığımız ve kendimiz gibi onları da televizyon ekranı karşısında yalnız bıraktığımız için.

Video oyunları akıl almaz bir şiddete gömülü, televizyon yapımlarında sinek gibi insan öldürülüyor, gün geçmiyor ki dışarıdaki dünyadan bir vahşet haberi ulaşmasın. Ümitsiz bir dünyada hak aramanın yegâne yönteminin şiddet olduğunu düşünerek yetişen bir kuşak karşısındayız. Onları hayata bağlayacak, bir yön ve anlam duygusu verebilecek şey, birlikte yapacağımız konuşmayı zenginleştirmek, onlarla hikâyeleri ve hayalleri paylaşmak olabilir. Çocuklarımıza hikâye anlatmalı, onları hikâyelerle emzirmeliyiz. Anlattığımız hikâyeler onları anonim bir dünyada yurtsuz kalmaktan kurtaracaktır. Onlara bir aidiyet hissi verecek; başları sıkıştığında, uzaklarda üşüdüklerinde, bu hikâyelere iltica edebileceklerdir. Bir hikâyeyi paylaşmak aynı hayallerle ısınmaktır, birlikte düş görme temrinleri yapmaktır.