“Kenan’ın babasının taziyesi için Fikret, Erdem ve Levent Beylerle, Kenan’ın amcası Veysel Bey ve cenaze namazında tanıştıkları Mesut Bey bir arada sohbet etmektedirler.”
Bir süredir konuşulanları hayretle ve dikkatle izleyen Erdem içini çekerek:
“Şu ölüm olmasaydı da insanlar ahirete doğrudan gitselerdi ne güzel olurdu!” dedi.
Sonra Veysel Bey’e dönerek:
“Bilmem ne dersiniz? Bu dünyadan ahirete ölerek gitmenin sebebi sizce ne olabilir?” diye ekledi.
Veysel Bey, bu soruya önce acı bir tebessümle karşılık verdi.
“Yanılıyorsunuz aziz kardeşim, hem de çok yanılıyorsun.” dedi. “İlk bakışta bu düşünce insanın hoşuna gidiyor, ama biraz kurcaladınız mı hiç de heveslenilecek yanı olmadığı açıkça ortaya çıkıyor.”
Erdem,
“Nasıl? Meselâ?” diye açıklama istedi.
“Anlatayım.” dedi Veysel Bey:
“Ölüm olmasaydı deyince, o zaman dünyanın şu mevcut düzenini, yani her şeyin kademeli olarak, safha safha yaratılışını da yok kabul etmek gerekiyor.
Bildiğiniz gibi bir çekirdek parçalanıyor, filiz veriyor, kademeli olarak büyüyor, gelişiyor, uzuyor, yayılıyor ve meselâ bir ağaç çıkıyor ortaya. Bu ağaç kademeli olarak bu son noktaya geldiği için, her geçen gün bu defa yine yavaş adımlarla ölüme doğru yol alıyor ve sonunda ölümü tadıyor.
Bir insan da ana rahminde benzer bir yolculuk geçiriyor, sonunda bu dünyaya adım adıyor, büyüyor, kemâle eriyor. Daha sonra sıra zevale ermeye gelmiş oluyor. Kademeli olarak, bazen de bir kaza, bir öldürücü hastalıkla âniden ölümü tadıyor.
Şimdi dünyadan ahirete, ölüm olmaksızın doğrudan doğruya gidilmesi için bu sistemin tamamen değişmesi gerekir. Yani büyümeyi, gelişmeyi, ihtiyarlamayı yok kabul edeceksiniz. Yahut, ihtiyar ve hasta bir halde yüz yıllarca kıyametin kopmasını bekleyecek ve ahirete o halinizle bir anda göçeceksiniz.
Halbuki cennette insanların hepsi olgunluk çağında, hepsi dinç, hepsi sıhhatli olacaklar.
İşin daha önemli yanı, şu bedenimiz o cennet nimetlerinden faydalanmak için yeterli değil.”
O sırada kapı çalındı. Gelenler apartman komşularıydı. Cenazeyi geç duyduklarından söz ederek uzunca özür dilediler. Apartman hayatının bu yönünden bir hayli şikâyette bulundular. Sonra vefat olayının seyriyle ilgili bazı bilgiler sordu ve başsağlığı dilediler.
Çok zaman geçmemişti ki, konu nasıl olduysa birden değişti. Apartman yönetiminden devlet idaresine kadar kimin ne derdi varsa döktü ortaya.
Bir konu kargaşası içinde kimin ne dediği, niçin dediği, sözü nereye getireceği pek belli olmadan bir gürültü ortamında herkes bir şeyler söyledi durdu.
Az önceki fikir atmosferinden hiç mi hiç eser kalmamıştı.
Mesut Bey fazla dayanamadı.
“Ben biraz rahatsızım. Kusura bakmazsanız müsaadenizi istirham edeceğim. Cenab-ı Hak merhuma kabir hayatında, cennet hayatının bir numunesini yaşatsın. Sizlere sabırlar ihsan etsin. Merhumu, taziye süresinden sonra da unutmayıp arkasından hayır ve hasenat ile manevî hediyeler göndermenizi nasip etsin.” diyerek kalktı.
Fikret Bey, Mesut Bey’i yalnız bırakamazdı. O da müsaade istedi. Birlikte evden ayrıldılar. Fikret Bey Mesut Bey’i evine kadar yolcu etti ve geri döndü.
Evine doğru yol alırken Veysel Bey’in yarım kalan konuşması üzerinde derin düşüncelere daldı:
“Öyle ya!” dedi kendi kendine, “Bu beden, bu dünyaya göre verilmiş. Öte âlemde bu bedenle ne ölçüde iş görülebilir. Biraz sonra yatacağım, uykuya dalacağım. O âlemde ise uyku yok. Demek ki, bu beden o âleme göre değil. Biraz yürüyünce yoruluyorum. O halde bu ayaklar da o âleme göre değil.” “Hayır, hayır!” dedi, “Bu saçma bir fikir, yanlış bir temenni.”
Eve vardı. Yatağına girdi ama bir türlü uyuyamıyordu. Çok tuhaf fikirler geçti zihninden:
“Şimdi bu dünyada kaza geçiren ve bir kolunu kaybeden insan, ölüm olmayınca ahirete kolsuz mu gidecek?
Topal adam orada da aksak mı yürüyecek?
Hastalar ve ihtiyarlar bu halleriyle o âleme göçseler nasıl olacak?
Hayır! Olmaz böyle şey! Cennet noksan insanların değil, mükemmel insanların diyarı. Bu bir fikir değil sadece bir temenni, ama sonu düşünülmemiş bir temenni. Tek kaynağı ölüm korkusu.”
Konuyu değiştirip başka şeyler düşünmek ve böylece uykuya dalmak istiyordu. Ama ne mümkün? Beş on saniye sonra yine kaldığı yere dönüyor, yine ölüm üzerinde düşünmeye başlıyordu.
Birden aklına bir fikir takıldı:
“Ölüm olmasa sadece bizim değil hayvanların da ölmemeleri gerekir. Çünkü onlar da bu dünyaya bizim geçirdiğimiz safhaları geçirerek geliyorlar. Doğuyor, büyüyor, gelişiyorlar. Daha sonra ihtiyarlıyor ve ölüyorlar.
Kâinatın yaratılışına konulan bu kanun bütün varlık alemi için geçerli. Bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda bunu daha açık seyrediyoruz. O halde, “İnsan ölmesin.” dedik mi bütün ağaçları, bitkileri, hayvan türlerini de ölümden uzak düşünmemiz gerekmiyor mu? Yoksa bu kanunun tümden değişmesi gerekmez mi?”
Sonra iç âleminde kendine kızmaya başladı:
“Sabahı kurt mu yemiş? Bunları yarın düşünsen olmuyor mu? Artık uyumam lazım. Sabahleyin erken kalkıp mesaiye kavuşmam gerek!”
Aklı, fikri ne derse desin, hayal âlemi bir kere ölüme kilitlenmişti. Aklı da peşinden sürüklüyordu âdeta.
Birden aldığı maaş hatırına geldi. Ay başını zor ediyordu. Şimdi yüzlerce dedesi ölmemiş olsalardı, onlara kim bakacak, hizmetlerine kim koşacak, tedavilerini kim yaptıracaktı?
Kaldı ki bu dünyaya takdir edilen rızk miktarı ile gelen misafirler arasında harika bir denge vardı. Bütün canlıların ölmemesini temenni etmek, tümünün açlıkla kıvranmalarını istemek olmuyor muydu?
“Hayır!” dedi kendi kendine, “Dünyanın düzeni değişeceğine, biz yanlış düşüncelerimizi değiştirelim.”
Bir süre daha böyle sistemli düşüncelerle vakit geçirdi. Sonunda uyku iyice bastırdı. Daldan dala atlar gibi farklı, birbirine zıt ve çoğu anlamsız şeyler hayalinden geçmeye başladı. Sonunda uykuya daldı.