TR EN

Dil Seçin

Ara

“Savaşın Sıcaklığını Buz Gibi Bir Coca-Cola Keser!”

Derbi maç edasıyla beklenen Irak savaşını sunmaya hazırız. İzinler iptal edildi. Gün, adaletli bir şekilde ortadan ikiye bölündü. On iki saat çalışacak iki vardiya... İlki, sabah sekizde başlayacak, ikincisi akşam sekizden alıp bayrağı, sabahlayacak. Tanıtımlar da hazır. Dramatik Amerikan film müzikleriyle donanmış, toplu tüfekli, kan kırmızı görüntüler. Hangi televizyon kanalına baksanız, ekranın ortasında hep bir hedef yuvarlağı. Yuvarlağın üzerindeki artının tam merkezine denk getirdin mi düşmanı, işlem tamam!

Ne olacak, nasıl olacak?” soruları uçuşuyor havada. Duyan da Iraklıları umursadığımızı ve onların hâlinin ne olacağını düşündüğümüzü sanır. Hayır... Kafamızı karıştıran, mesai saatleri. Günde 12-13 saat çalışmak demek; Oscar arifesinde, Oscar adayı yeni filmleri seyretmek için sinemaya gidemeyeceğiz demek. Gecenin ikisinde canlı verilecek Detroit Pistons ve Sacremento Kings maçlarını seyredememek, Hido ve Mehmet Okur’un kaç sayı yaptığına şahit olamamak, sevgilimizle Starbucks’ta buluşup Latte’lerimizi içememek, yandan çekme kollu koltuklarımıza gerilip internetten aldığımız son DVD’yi izleyememek, Playstation oynayamamak, sezon sonu indiriminde alışveriş fırsatını kaçırmak demek. Savaşın da tam sırasıydı yani! Bahar kapıya gelmişken, ne gerek var şimdi ölümlere, bombalara?

İkinci vardiyadayım, sabahlayacağım. Simültane çevirileri rahatça yapabilmem için kurulan masayı inceliyorum... Yüzüme, mermi gibi kilitli ince bir mikrofon... Bağdata düşecek bombaların sesini damarlarıma kadar verip, hücrelerimi sarsacak siyah kulaklık. Plastik bardaklar, güvenlik bandrollü, plastik şişe suyu. Tavandan büyük bir metal kolla öme sarkıtılan monitör ve tepemde ışıklar ışıklar..

Savaş için VIP koltuğum hazır. Duvarlara ve sütunlara gömülü onlarca ekrandan çeşit çeşit görüntü akacak. Arap televizyonları, Amerikan ve İngiliz kanalları, uluslararası ajanslar, yerel muhabirler. İşte hepsi burada! Önümde. Bütün savaş, gözbebeğime sığacak. Buradan seçilecek her görüntüyü izleyicilere vereceğiz. Bağlandığımız her yerde, İngilizce konuşanlara, ânında, eş zamanlı tercüme yapacağım. Yönetmene soruyorum: Ya bombalar, bomba sesleri?” “O zaman susarsın” diyor, onlara da tercüme yapacak değilsin ya?” Yaparım yapmasına ama...

19 Mart’ı geride bıraktık. Geceyarısını bir saat geçe, 20 Mart’ın sabahına doğru ilerliyoruz. Küçük Bush’un” Saddam Hüseyin’e verdiği ültimatom, gecenin en önemli tartışma konusu. Bush, konuşmasına 03:00te başlamış ve 03:15’te bitirmişti. O konuşmada, 48 saat süre vermişti Bush, Saddam’a... Haberciler kafa kafaya vermiş, ültimatom 03’te mi biter yoksa çeyrek geçe mi, onu bulmaya çalışıyor. Iraklıların tepesine inecek füzelerin fırlatılma saatleri hakkındaki titizlik ve hassasiyet göz yaşartıcı.

Reuters Haber Ajansı, Bağdat’tan canlı olarak sabit kare görüntü veriyor. El-Şivan cami ortada... Kamera, gökyüzünde parlayacak ateş toplarını yakalayabilmek için yukarı çevrilmiş.

02:15... Medyamızın, Amerikan ortaklı güzide kanallarından biri, ekranın köşesine yerleştirilmiş bir Irak haritası üzerinde, geri sayım vermeye başladı. Irak’ın üzerinde kırmızı büyük rakamlarla, 60 dakika yazıyor. Zaman ilerliyor... 59, 58, 57, 56...

Bu yaklaşım, kendini ileri görüşlü sanan geri kafalıların, kendi kendilerini tükettiklerinin tescilinden başka bir şey değil. Sanki, karşı karşıya olduğumuz savaş değil, oyun. Geri sayım bitince, bas joystick”in start” düğmesine, olsun bitsin! Zaman ilerledikçe, daha da heyecanlanan, sözüm ona usta habercilerin suratındaki hadi artık başlasın” arzusu gittikçe büyüyor. Şimdi ajanslara, Bush’un savaştan vazgeçtiğine dair bir haber düşse, saatlerdir canlı yayın yapan bu tiplerin vereceği tek tepki, h be” olurdu.

Süre doldu. Bekliyoruz. 04:15 sıralarında Bağdat’taki El-Şivan caminin minarelerinden ezan sesi yükseliyor. Bir heyecan bir heyecan! Ezan, canlı yayına veriliyor, ekranın altına da SON DAKİKA yazısı: Bağdat’ta ezan okunuyor.” Sanki yüzlerce yıldır hiç ezan okunmuyormuş veya bu okunan son ezanmış gibi, herkes pür dikkat.

Anchorman gülüyor. Biraz ezan, biraz da horoz sesine. Niye gülüyor? Bilinmez.

Başkan Bush, bu gülüşe fena bozulmuş olacak ki savaş emrini veriyor: Let’s go/Haydi gidelim.”

Sabah namazı için semaya açılan Bağdatlı ellere, Tomahawk’lar düşüyor. Beklenen an... Saldırın haberciler! Gece boyu içtiğiniz Nescafe’lerin ve duman duman çektiğiniz Marlboro’ların hakkını verin! Sesçi kulaklığımdaki sesi körüklüyor. Yaşlı Bağdat’ın son nefesine takılan kalp atışları mı bunlar? Kaç çığlık gizli, sarsılan hurma ağaçlarında? Öyle büyüyor ki patlamalar, başımı gömüyorum ellerimin arasına, kulaklığa... Kulaklarıma inanamıyorum. Teksaslı bir kovboyun inadının vardığı bu nokta, kalemimi kırdırıyor bana. Patlamalarla birlikte, yabancı televizyon muhabirinin sesi geliyor. Konuş” diyorlar reji odasından, konuşsana!”

Çevirmeye başlıyorum. Geri sayım tamamlandı. Birileri fena bir oyun oynuyor insanlığa; savaşı anlatıyorum insanlara.

07:00... Saldırı bitti, gün ağardı. Emeklerinin karşılığını alan, savaşı ekranlarda karşılayan haberciler memnun. Ya ABD saldırmasaydı? Bütün gece, boşuna beklemiş olacaklardı. Başkan Bush, bir iki dakika içinde konuşacak. Söylediklerinin tek bir kelimesini kaçırmamak için, monitörü, kendime iyice yaklaştırıyorum. Beyaz Saray’ın kara odası Oval Ofis’te, Bush, son hazırlıklarını yaparken, BBC teknisyenlerinden birinin tepesi atıyor. Daha iki dakika dolmamasına rağmen, basıyor düğmeye, veriyor yayını dünyaya. İşte Bush! Her zamanki donuk ifadesiyle, sağına soluna bakınarak ve gözlerini kırpıştırarak, konuşmanın ezberini mır-mır-mır bir kez daha yokluyor. Dünyanın kendisini seyrettiğinden haberi yok. Komedi sürüyor... Kabarık, röfleli saçlarıyla, Bush’un kuafödalıyor ekrana. Başkanın arkasına geçiyor ve başlıyor bizimkinin saçlarını taramaya.

Savaşın ikinci gecesi... Elemanlarını uzun geceye hazırlamak isteyen televizyon yöneticileri, moralleri yükseltmek için Little Ceasarstan pizza söylemiş. Küçük Bush”un savaşı için Küçük Sezar”dan daha iyi bir aperatif bulunamazdı doğrusu! Simultane tercüme masasındaki yerimi aldım. Alır almaz da yeni bir bombardıman başladı. Ekran üçe bölündü. İkisinde, Bağdat’ın değişik açılardan canlı görüntüleri, diğerinde ise spiker ve askerî uzman. Spiker, susalım ve dinleyelim” diyor. Yine patlamalar hâkim ekrana. Dost bir tavırla yanıma yaklaşan kameraman, not aldığım kağıtların üzerine çekirdek döküyor. Bir an hayal gücümle, bana çevrili kameranın vizörüne uzanıp, karşıdan kendime bakıyorum. Rezalet bir tablo: Bağdat’taki patlamaları, canlı canlı, masamın üzerindeki, Little Ceasarspizza, Marlboro sigara, Coca-Cola ve çekirdekle seyrediyorum. Arapça tercüme yapan arkadaş çekirdeklere uzanıyor. Avuçladıklarını, patlamaların ritmine uydurarak çıtlamaya başlıyor. Bir an, bana dönerek, Araplar çekirdeğe ne der biliyor musun?” diyor... “Şeytan tesbihi...” Şeytan, patlamaların arasından fısıldıyor:

Savaşın ateşini, ancak buz gibi bir Coca-Cola keser!”