İnanan biri, “bilinçaltının dışavurumu” diye tanımlamaz rüyayı. Basite indirgemenin ifadesidir bu. Maddeci ruhbilimin eksik tanımıdır. Tartışmak mı? Hayır, rüyayı tartışmanın bir anlamı yok onunla. Ruha inanmayan, kaderi kabul etmeyen birine evvelâ inancın temel konuları anlatılmalı. Sen, inanıyorsun bunlara. İnanmasaydın, rüya ile ilgili fikirlerimi paylaşmaz, seninle de önce temel meseleleri konuşurdum.
...
Olmaz olur mu! Rüyanın elbette bir hakikati var. Bizi ve rüyalarımızı yaratan söylüyor bunu. Bilmem okudun mu Yusuf kıssasını. Kur’ân’ın tâbiriyle “en güzel öykü”dür o.
Oku, eminim seveceksin. Bir edebiyat mûcizesi. Tolstoy da pek beğenir bu kıssayı, “İnsanlık tarihinin en güzel hikâyesi” der. Acısıyla tatlısıyla hayat yansır bu sûrenin sayfalarına. İhtişamla sefalet yan yanadır. İnsanî temel duygular boy gösterir sırasıyla. Özellikle aşk, şefkat, kıskançlık... Ahlâkîdir, ibretlerle doludur. Okuyana hemen sirayet eder, etkiler onu. Bütün zamanlara ve bütün insanlara söyleyecek sözü vardır. Önünde, masal çağındaki bir çocukla dünyanın en büyük düşünürü omuz omuzadır. Harika üslûbuyla Yusuf aleyhisselâmın başından geçenleri anlatır. Bu hayatın neredeyse tamamı bir rüyanın yansıması gibidir. Küçük bir çekirdekle onun ağacı arasındaki ilişkiyi hatırlatır okuyucuya. Bir rüya ile başlar öykü:
“Hani bir vakitler Yusuf, babasına demişti ki:
“Babacığım, ben rüyada on bir yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm.”
“Yavrucuğum! “dedi, “rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü, şeytan insanın açıkça düşmanıdır.”
Aradan seneler geçer... Hayat devam eder... Kader hükmünü yürütür... Rüya, hayatın ta kendisi olur. Kuyuda başlayan dünya serüveni sarayda son bulur. Annesi, babası ve on bir kardeşi sarayda ziyaretine gelirler, onun saygın konumunu görür, makamına hürmet ederler. Misâl âlemindeki sahne gerçek olur.
Hayır, bu kadarla kalmaz. Yusuf suresinde iki rüya daha anlatılır. Daha önce sarayda çalışmış, ama sonra zindana düşmüş iki adamın rüyalarıdır bunlar:
“Zindana onunla birlikte iki delikanlı daha girdi. Birisi dedi ki: “Rüyada kendimi şarap sıkarken gördüm.” Öteki de dedi ki: “Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Zira, biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.”
Yusuf aleyhisselâm, kendisiyle konuşmalarını fırsat bilir arkadaşlarının. Onlara önce inancını anlatır. Asıl görevi budur çünkü. Daha sonra rüyalarını tâbir eder:
“Biriniz, efendisine şarap sunacak. Öbürü asılacak, kuşlar başından yiyecek.”
Rüyanın tâbiri aynen çıkar.
Ve Yusuf suresinde anlatılan son rüya hükümdarınkidir. “Yedi cılız inek” der hükümdar rüyasını anlatırken, “yedi semiz ineği yedi. Rüyamı yorumlayın.” Tâbirciler aciz kalır, “Boş hayaller bunlar, tâbire değmez.” derler. Hükümdar tatmin olmaz. Şarap rüyası gören oradadır, kurtulmuştur zindandan. Yusuf’u hatırlar ve anlatır hükümdara. Hazreti Yusuf tâbir eder rüyayı: “Yedi yıl bolluk, sonra ardından yedi yıl kıtlık olacak.” der. Sonra ekler: “Bolluk yıllarındaki ürünün bir kısmını saklayın!”
İşte böyledir “en güzel kıssa”nın rüya konusunu anlatışı!
Bilirsin, Kur’ân bir defada inmedi Peygamberimize. Yirmi üç yılda tamamlandı. Altı ay boyunca rüyalarda indi âyetler. Efendimiz, uykusundan uyanınca Kur’ân’ı hazır bulurdu kalbinde. Rüyalar boş hayallerden ibaret olsaydı ilahî sözler emanet edilir miydi onlara! Peygamberimizin sözleri de var rüya hakkında:
“Benden sonra peygamberlikten geriye hiçbir şey kalmayacak, ancak mübeşşirât kalacaktır.”
“Mübeşşirât nedir?” dediler.
“Sâdık rüyalardır” buyurdu.
...
Evet, rüyalar üç türlüdür.
Görelim...
Biri, şeytanîdir. Bu tür rüyalarda şeytanın telkiniyle korkutucu, ürkütücü, utandırıcı sahneler yaşanır. Kâbuslar, karabasanlar, erotikler... Tâbire değmiyor bunlar. Geçelim.
İkincisi, boş hayallerden ibaret. Kur’ânımızın tâbiriyle “edgasü ahlâm,” yani “hayal demetleri”. Ciddi bir anlamları yok bunların da. İnsanın hayal gücü türlü tasvirler yapar. Günlük olayları ve görüntüleri çeşitli biçimlerde bir araya getirir, kurgular. Bazen, yıllar önce aynı vakitlerde yaşanmış hâdiseleri hatıra getirir, sonraki olaylardan derlenmiş ayrıntılarla süsler. Bazen de, ruh dünyandaki dalgalanmalar rüyalarına yansır. Meselâ, öfkeyle yatarsan uykun boyunca kavgalar edersin. Düşmanlık duygularıyla doluysan rüyanda köpekler, yılanlar, kovalamacalar görürsün. Mide hararetiyle yatmışsan, rüyana dereler, çaylar, pınarlar akar. Uyurken çevreden gelen uyarıcıların etkisiyle de rüyalar görürsün. Bir sinek ısırmasını, vücuduna saplanan bir kurşun gibi görülebilirsin. Ayağın açıkta kalmış ve üşümüşsen, kendini karlı bir havada dağ başındaymış gibi görebilirsin. Özellikle sesler insanın içinde rüyalar kurar. Kuşkusuz, bunlar da önemli anlam taşımayan rüyalardır. Uyaranları ayrı ayrı da olsa hepsinin karakteri birdir. Kimi ruhbilimcilerin “bilinçaltının dışavurumu” diye tanımladıkları rüyalar bu türden olsa gerek. Bunu da geçelim.
Geldik üçüncü kısım rüyalara. Bunlara “sâdık rüya” denir. Asıl rüyalar bunlardır. İnsan uyuyunca dış duyuları kapanır. Gözlemlenebilen dünya ile dış duyular ile arasındaki ilişkiler kesilir. O zaman, insanın ruhunda bulunan ve “Rabbanî lâtife” diye nitelenen insanî duygu ile “Misâl âlemi” arasında bir pencere açılır. Ruh, kader levhasından yansıyan bazı olayları bu menfezden görür. Bazen olaylar aynen seyredilir. Bazen de, hayalimiz bu mânâlara sûret giysileri giydirir. Hayal hazinemiz bir giysi deposu gibidir, orada her mânâ için ayrı bir libas vardır. Mânâlar hayalden geçerken bu elbiseleri giyerler. İşte böyle rüyalar için “tâbir ilmi”ni bilmek gerekir. Hangi sûret hangi mânâyı anlatıyor, anlamların sembolleri olan görüntüler neye delâlet ediyor, hepsi bilinmeli. Mecaz dilinde de vardır bu semboller. Aslan yiğitliği, tilki kurnazlığı, domuz şehveti, ceylan güzelliği simgeler. Şiir bunlarla örülür. Gönülden çıkan mânâlar hayalden geçerken suret libasları giyerler. Rüya ile şiir arasında bir münasebet gören estetler hiç de haksız değiller. Biraz önce de söyledim ya, hayal dünyamızla Misâl âlemi birbirine benzer.
Evet, Misâl âlemi... Görünen ve görünmeyen dünyaların birlikte yansıdığı bir ayna. Hem geçmiş vardır onda, hem de gelecek. Bütün varlıklar “misâlî”dir. Tıpkı hayalimize yansıyan görüntüler gibi. İnsan, kimi zaman bu olayların içinde bulur kendini. Ölülerle diriler, geçmişlerle gelecekler aynı anda hazır bulunur. Rüya sahibi onlarla görüşür, tanışır, konuşur. Elinde bir aynan olsa ve sen onu bir bahçeye doğru tutsan, bahçenin bir kısmı aynanda yansır. Ruhun da bir ayna. Rüya anında açılan bir pencereden Misâl âleminin görüntüleri yansıyor, sen de onları görüyorsun. Aslında, insanın hayal dünyasına benzeyen Misâl âlemi de bir nevi aynadır. Orada da kader levhalarının, olmuşların, olacakların yansımaları vardır. Hatta mânâların ve bedensiz varlıkların bile o âlemde sembolleri bulunur. Bulunmasaydı sevgi hissi nasıl görülürdü rüyalarda. Ya da melek, şeytan, cin gibi maddesiz varlıklar nasıl girerdi rüyamıza.
Peki, sâdık rüyaya dönelim biz. “Rabbanî sinema”ların seyir yerleridir sâdık rüyalar. “Sinema fikri rüyalardan doğmuştur.” diyesi geliyor insanın. Tıpkı rüyalar gibi filmler de üç türlüdür çünkü. Kimi Rahmanî, kimi şeytanî, kimi de boş hayaller yığını. Sinemacı, bizim için rüyalar kurgulayan adamdır, uyanıkken rüyalar gösterir bize. Hakiki filmler de sâdık rüyalara benzer.
Hayır, istikbalde olacakları Allah’tan başkası bilemez. Ama Allah bildirirse, bilir. Nitekim peygamberlere ve velilere gelecekle ilgili bilgiler sezdirilir. Nebilerin ve velilerin uyanıkken gördüklerini, sıradan kimseler rüyalarda görürler. Bu sebeple, rüyalar normal insanlar için bir nevi velâyettir. Çünkü, ilham yoluyla geçmişi ve geleceği görebiliyorlar. Nedir ilham? Allah’ın insan kalbine mânâ koyması. Rüyalarda olan da budur işte. Şu hâlde, sıradan insanlar da rüyalar vasıtasıyla gelecekten haberler alabilirler. Alıyorlar da. Sayısız tecrübeler var.
Nasıl mı oluyor bu hârika hâdise? Bediüzzaman Hazretleri açıklamış bunu. Özetlemek isterim... Sâdık rüyalar, “hissikablelvuku” denilen bir duygunun, yani “önsezi”nin fazla gelişmesidir. Önsezi ise, herkeste az çok bulunur. İnsanda bugüne kadar adı konmamış hisler de var. Altıncı his, yedinci his... Yani sâika, şâika... Sâika, seni bir hedefe yönlendirir ve götürür. Şâika, şiddetli arzular ve istekler uyandırır. Bu duygular hayvanlarda da var. İşte bazı örnekleri:
Göçmen kuşları düşün... Bir kıtadan bir kıtaya yolculuk ederler. Hangi ilimle! Kuş beyinleriyle mi!
Kedi gibi bazı hayvanlar, gözleri kör olunca yeşil alanlara gider, gözüne ilaç olacak otu bulur, sürerler. Nasıl?
Nerde bir hayvan ölse, kartallar, akbabalar, karıncalar kaderin yönlendirmesiyle gider, hayvan cenazesini bulur, yerler. Yeryüzünü temizlerler.
Yeni dünyaya gelen bir arı yavrusunu düşün. Yıllarca tâlim görmüş gibi rızkının peşine düşer. Uzak mesafelere gider, bal için gereken özsuları toplar, yolunu şaşırmadan yuvasına döner.
Bunlar, ilahî kaynaktan hayvanlara verilen duygular değilse nedir o zaman! Adına “içgüdü” demekle hâlletmiş mi oluyoruz meseleyi. Adlandırmakla sıradanlaşıyor mu bu hârika olaylar!
Kendini düşün! Bir adamdan bahsediyorsun... Ansızın çıkıp geliyor o. Bazı duyguların var, gelecekleri önceden hissediyor. Sözünü etmeye başlıyorsun, ama aklın bunu anlayamıyor. Çünkü, kalbinin eli uzun, aklının eli kısa. İşte bu duygular evliya denilen zâtlarda daha fazla gelişir. Onlar, sıradan insanların göremediklerini bu hislerle görebilir ya da bilebilirler.
Kim istemez güzel rüyalar görmeyi! Bir yolu var elbette: Güzel ahlâklı olmak. Nitekim, “Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir.” buyuruyor Peygamberimiz. “Doğru söylemek” güzel ahlâkın dışa yansımasıdır. “Evet, güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür.” Aynan düzgünse görüntü de düzgün olacaktır. Aynan kirli, kırık ya da yamuksa, yansıyan varlık ne kadar güzel olursa olsun, yansıması çirkin olacaktır. Senin ruhun da bir ayna. Ona olaylar ve varlıklar yansıyor. Nasıl görmek istiyorsan öyle olmalısın.
Haklısın, rüyalar dinlendirir insanı. Âyet de bunu ifade ediyor ya. “Uykunuzu dinlenme yaptık.” diyor. Sadece beden midir dinlenen uykularda? Hayır, asıl dinlenen ruhtur. Günlük hayatın dağdağaları içerisinde bunalan ruh, rüyalarla nefes alır, rahatlar. Çeşitli âlemleri gezer. Görülmedik manzaralar görmekle lezzet alır. Uykusu süresince âdeta ikinci bir hayat yaşar. Zengin bir hayattır bu. İmkânları geniştir. Hayaller de böyle değil mi! Kim hayalsiz yapabilir! Rüyalar, uykudayken kurulan hayallerdir. Hayaller ise, uyanıkken görülen rüyalar. Ne hayalsiz yapabilir insan, ne de rüyasız.
Olmaz mı! Rüya ile kader arasında sıkı bir ilişki var. Hatırla rüyalarını. Gelecekle ilgili rüyalar görmedin mi hiç? Gördün demek. Evet, ben de gördüm. Kimi zaman gelecek gündüz âleminde yaşayacaklarını görür insan. Konuşmalarını bile. Olmayan bir şey görülebilir mi? Var olanı, yazılı bulunanı görüyoruz. Belli ki, kader bütün hayatı kuşatmış. Her olay, her konuşma, her görüntü kaderde yazılı. Uykudayken beden hapsinden kurtulan ruh, kader sayfalarındaki olayların bazılarını görüyor, diliyle olmasa da gözleriyle okuyor. Anlıyoruz ki, en küçük olaylar bile kaderde yazılı. Demek tesadüf yok, olaylar başıboş gelmiyor, düzensiz değiller. Rüya, kadere enfüsî delildir. İstersen “öznel kanıt” de sen.
Evet, tâbir önemli. Rüyayı tâbir edecek kimsede bazı nitelikler bulunmalı. Her önüne gelene anlatmamalısın rüyanı. Bu konuda Peygamberimizin güzel bir hadîsi var: “Müminin rüyası nübüvvetin kırk parçasından bir parçadır. Onu anlatmadıkça, o rüya kuşun ayağında asılı kalır, anlattığı zaman düşer. O rüyayı, dostun olan akıllı kimselerden başkasına anlatma!”
Akıllı dost! Evet... Tâbircinin güzel ahlâklı olması da çok önemli. Kötü huylu adamın tâbiri de kötü olur. Onun çirkin r