TR EN

Dil Seçin

Ara

Bölünmüş Hayatlar

İslâm, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını ifade eder. Peki, o Allah, nasıl bir ilâhtır? İşte, bu en temel nokta, en ziyade geçiştirilen noktadır. Oysa, Allah’ın emirlerine uymamız, O’nu tanımamız nisbetinde olacaktır.


 

I.

Bugün, hangi ehl-i dinin iç dünyasını paylaşırsanız paylaşın, kendisine dair gizli ya da açık bir yakınma duyarsınız. Bu yakınma, hepimizin şu veya bu düzeyde içinde bulunduğumuz bir hale ilişkindir: Bilip de yapamama...

Bildiği halde yapamamak, her birimizi elbette bunaltıyor. Rabbinin emrine uygun davranmıyor olma hüznü ve günaha giriyor olma ızdırabıyla içimizi yandırıyor. Ama, tüm bunlara rağmen, bilip de yapamamahali, şu veya bu derecede, devam ediyor.

Meselâ, bugün namaz kılmayan pek çok insanın, namaz kılmanın farz olduğunu bildiğini görüyoruz. Biliyor, ama yapamıyor. Namaz kılan birçok insan, sabah namazına kalkmanın da farz olduğunu biliyor. Biliyor, ama zaman zaman kalkamıyor. Tesettüre bürünmeyen birçok insan, tesettürün farz olduğunu bildiği halde örtünemiyor. Tesettüre bürünen birçok insan ise, tesettürle her şeyin bitmediğini bilse bile, o ‘her şeyi yapmayı bir türlü başaramıyor.

Böylesi gerçekler, neyin ne olduğunu bilmenin; nelerin haram, nelerin helâl olduğunu öğrenmenin, Allah’ın bize neyi emredip neleri yasakladığından haberdar olmanın tek başına yeterli olmadığını belgeliyor. Helâl olduğunu bildiğimiz çok şeyi yapamıyor, haram olduğunu bildiğimiz çok şeyi ise terk edemiyoruz. Rabbimizin rızasına uyanı da, uymayanı da biliyor olmamız, Onun rızasına uymayan davranışlardan bizi her zaman alıkoyamıyor.

Bu, madalyonun bir yüzü.

Diğer yüzünde ise, emri bilmekle kalmayıp yerine de getirdiğimiz örnekler bulunuyor. Ama burada da, yaptıklarımızın çoğunu içten gelerek, tam bir rıza ve teslimiyet içinde yapamıyoruz. Meselâ, kalkmayı başardığımız sabah namazlarına, kimi zaman, tam bir gönül huzuruyla değil, mecburenkalkıyoruz. Aynı şekilde, Rabbimizin emrine uyarak kendimizi israftan alıkoyduğumuz zamanlarda, içimizde âdeta bir nimetten mahrumiyet hissi depreniyor. Keza, yine Rabbimizin emrine uyarak bir gıybeti terkederken, içten içe büyük bir zevkten mahrum olmaduygusu yaşıyoruz.

Madalyonun her iki yüzünde yaşanan bu hâl ise, inandığı Rabbe lâyıkınca kul olamama halet-i ruhiyesi içinde, yüreğimizi yakıyor. Bu hâl, kimi zaman müthiş bir ümitsizliği ve yılgınlığı netice veriyor. Öyle ki, bu yüzden kendi imanından şüphe edenler de çıkabiliyor aramızdan; böyle bir sorgulamanın ağırlığına dayanamayıp her şeyi boşlayabilenler de...


 

II.

Aslında, problem çok basitbir noktadan başlıyor. Hepimizin dünyasında yer etmiş olan, farkına varıldığında basitliği alabildiğine göze çarpan bir noktadan...

Zihin dünyamıza bir sıralama yer etmiş durumda: İman ve İslâm. Açıkçası, önceliği imana veriyor; ve imanettikten sonra, sıranın ‘İslâma, yani inandığımız Allah’ın emrettiği üzere yaşamaya, diğer bir deyişle imanın gereklerini yerine getirmeyegeldiğini düşünüyoruz.

Bu sıralamanın kendisinde, elbette bir problem bulunmuyor. Bilakis, bu sıralama bir gerçeği işaretliyor. Gerçekten, Rabbinin emirlerine, ancak ve ancak o Rabbe inanan insanlar uyuyor. Hiçbir yerde, “İnanmıyorum, ama emrine uyuyorum.gibi bir söz zaten duyulmuyor.

Ama, gözden kaçan ilk husus şu: İman ile İslâm’ı birbirinden kopuk iki ayrı daire, iki ayrı alan olarak düşünüyoruz. İslâm zihnimizde bir son durak olarak canlanırken; imanı, ona giden bir ilk durak gibi tahayyül ediyoruz. “İmandan İslâmagidişi, meselâ İstanbuldan Bursaya gitmek gibi düşünüyoruz. Nasıl Bursaya gelindiğinde İstanbul artık gerilerde kalıyorsa, bir kere ‘İnandımdeyince, imanfaslında yapılması gerekenin artık bittiğini sanıyoruz. Sonraki tüm çabalarımızı da, doğrudan ve yalnız ‘İslâmfaslına, amel noktasına sarfediyoruz. En ciddi kaymayı da, işte bu noktada yaşıyoruz.

Oysa, imanları ayan-beyan ortada olan sahabilere seslenen Kur’ân’ın durmaksızın kâinatı da şahit göstererek Allah’ın varlığını, birliğini ve isimlerini hatırlatıyor olması bize gözümüzden kaçan şu gerçeği bildiriyor: İman etmek bir süreçtir; başlar, ama hiç bitmez. İman, ne bir ara duraktır; ne yalnızca bir araç. İman ile İslâm, canla beden, etle tırnak, motorla araba misali, ayrılmaz bir bütündür. İman bir daire, İslâm onun yanında ama ondan ayrı bir daire değildir. İman bir daire, İslâm da onun içindeki bir dairedir. İmandan İslâma, iman hakikatlerinden amelî pratiklere, iman esaslarından ilahî emirlerin tatbikine uzanan süreç, dikey bir yolculukturiki ayrı daire veya iki ayrı ülke arasında yaşanan yatay bir yolculuk değil. Dolayısıyla, insan, ancak imanı ölçüsünde İslâm’ı yaşar. İslâm dairesinde, imandaki terakkisi nisbetinde ilerle