DNA’nın yapısının keşfinin ellinci yıldönümünde bilim adamları, birkaç değişik tanım arasından en doğrusunu seçip, ‘klonlama’nın tam olarak ne anlama geldiğini belirlemek zorundalar.
DNA’nın hikâyesi Friedrich Miescher isimli İsviçreli biyoloğun 1868 yılındaki çalışmaları ile başladı. Friedrich Miescher DNA’yı bulunduğu ortamdan ayırarak özelliklerini araştırdı. Miescher ve onun gibi düşünenler DNA’nın kalıtımda anahtar rolü üstlendiğini savunsalar da, karşı görüşte olan biyologlar, proteinlere nazaran daha basit bir kimyasal yapısı olduğundan DNA’yı bu kabiliyette görmediler. 1943 yılında DNA’nın genetik bilgiyi taşıdığına dair ilk deliller Oswald Avery ve arkadaşları tarafından bulundu. Bu deney sonuçlarına rağmen bilim çevreleri bu gerçeği kabullenmekte yavaş davrandı. 20 aminoasidin farklı uzunluktaki farklı dizilişleri neticesi birbirinden ayrılan proteinlere nazaran, sadece 4 bazın farklı dizilişleri ile birbirinden ayrılan DNA, biyologların gözünde kalıtımı nesilden nesile aktaracak kadar bilgiyi taşıyamayacağı kanısını uyandırıyor ve biyologlar bu işi olsa olsa yine proteinler yapıyordur diye düşünüyorlardı. 1952 yılında Alfred Hershey ve Martha Chase bakteriyal virüslerle ilgili yaptıkları çalışmalar sonucunda DNA’nın genetik materyal taşıdığını net olarak ispat ettiler. Bu deneylerle DNA’nın genetik bilgiyi yeni nesillere aktardığı anlaşılsa da bu olayın nasıl bir mekanizma ile gerçekleştiği 1953 yılına kadar bir sır olarak kalmaya devam etti. Bu sırrı Watson, Crick, Franklin ve Wilkins’in çalışmaları çözdü. 1953 yılı baharında DNA’nın çift sarmal yapısı keşfedildi ve böylece hayatın bu sırlı molekülünün nasıl bir mekanizma ile hayatın şifresini sakladığı, gelecek nesillere aktardığı ve bu şifrenin protein sentezinde nasıl kullanıldığı ortaya çıktı. Kimyasal yapısının basitliği nedeni ile bu kadar ağır ve kompleks bir vazifeyi üstlenemeyeceği düşünülen DNA; görünürdeki maddelerin kuru birer sebepten ibaret olduğunu ve her şeyde görünmeyen bir elin işlediğini insanlığa ilan etmiş oldu.
DNA’nın çift sarmal yapısının keşfinden sonra moleküler biyoloji ve biyokimyada çok önemli ilerlemeler sağlanırken, bir yandan da bu bilgiler yavaş yavaş ticarete dökülerek ‘biyoteknoloji’ devri kendini hissettirmeye başladı. İlk önce rekombinant DNA teknolojileri ile mikroorganizmalara gen aktarma çalışmaları, sonra bu çalışmaların daha yüksek organizmalara yönlendirilmesi ve nihayet Dolly ile sonuçlanan klonlama tekniği 20. yüzyıla damgasını vuran gelişmelerdi.
Aslında klonlama denince sadece Dolly gibi bir bireyin genetik kopyasının oluşturulması akla gelse de, klonlamanın bilimde iki farklı mânâsı daha var: Moleküler biyoloji teknikleri kullanarak bir DNA dizisine eş DNA üretmek veya bir hücreden yola çıkarak hücre bölünmesi ile genetik olarak birbirine eş hücre grubunun oluşması da klonlama tabirinin ifade ettiği olaylardır. Yani aslında vücudumuzu oluşturan hücreler de diğer pek çok mikroorganizma gibi bölünerek çoğaldıklarından, bu şekilde klonlama doğal olarak her an gerçekleşmeye devam etmektedir.
Yine klonlama denince birbirinden ayırd edilmesi gereken iki farklı konu daha var; tedavi amaçlı klonlama (therapeutic cloning) ve çoğalmaya yönelik klonlama (reproductive cloning).
Tedavi amaçlı klonlamada amaç, kişiye özel kök hücreleri (stem cells) üretmektir. Kök hücreleri, yetişkin canlıda bulunan farklılaşmış hücre tiplerinden herhangi birine dönüşerek bozulmuş ya da hastalıklı dokuları yenileme özelliği sergiler. Eğer kök hücresi kişinin kendi genetik materyalini taşımıyorsa bu uyumsuzluk hücrelerin hasta tarafından reddedilmesine yol açar. İşte bu noktada klonlama tekniklerine ihtiyaç duyulur. Çekirdeği çıkartılmış insan yumurtasına hastadan alınmış hücre çekirdeği aktarılır; kültür ortamında yetiştirilen ve yaklaşık 100 hücreye sahip olan embriyo, kök hücre kaynağı olarak kullanılır. Daha sonra ihtiyaca göre bu embriyonik kök hücrelerinin kan hücreleri, sinir hücreleri gibi farklılaşmış hücre gruplarına dönüşmeleri sağlanarak hastanın istifadesine sunulur. Eğer kültür ortamındaki bu embriyo taşıyıcı, anneye yerleştirilir ve bebeğin doğması sağlanırsa o zaman çoğalmaya yönelik klonlama, (reproductive cloning) gerçekleşmiş olur. İnsan klonlama ile ilgili konuları bir sonraki sayıya havale edip tedavi amaçlı klonlama ile ilgili tartışmalardan bahsedelim.
Tedavi amaçlı klonlama teknikleri kullanılarak bunama (alzheimer), şeker hastalığı, lösemi gibi hastalıkları tedavi etme konusunda başarı elde etme plânlanıyor.
Ancak tedavi amaçlı klonlama çalışmalarına karşı çıkanlar da var. Özellikle insan embriyosunun kullanılması ahlakî tartışmaları beraberinde getiriyor. Bu yöntemi savunanlar yaklaşık 100 hücreden oluşan, henüz mikroskobik boyutlarda olan ve hiçbir organa sahip olmayan embriyoların deneylerde kullanılmasının ahlakî olarak bir problem oluşturmaması gerektiğini iddia ediyorlar. Bir kısım biyologlar ise kısırlık merkezlerindeki tüp bebek çalışmaları sonucunda araştırma kurumlarına bağışlanan yüzlerce ekstra embriyonun olduğunu ve bunların tedavi amaçlı klonlama
İnsan hakkındaMesnevî-i Nuriye’de şöyle bir ifade geçer: “...Öyle bir fiilin mahsulüdür ki,… Modern fizikteki gelişmeler ‘boşluk’ kavramının da yeniden tanımlanmasına yol açtı. Yeni fiziğin… “Vesvese” bir Kur’an kelimesidir, bir Kur’an kavramıdır. Vesvesenin kimden geldiği bilinince kendisi… İnsanoğlu suçlanmaktan ve suçluluk duygusundan o kadar rahatsızlık duyuyor ki, çoğu zaman… TABİAT NEDİR? Risale-i Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman, yaratılışla ve tabiat fikriyle yakından… “Cesur olun ve ticaret yapın. Rızkın onda dokuzu ticarettedir.” Bu hadis, bir-iki…
Yaratma Ve Klonlama
Boşluk’lar Boş Değildir / Bilim Günlüğü
Vesvese Nedir, Ne Değildir?
Kader Nedir? Ne Değildir?
Tabiat Kanunları Nedir, Ne Değildir?
Ticaret Nedir, Ne Değildir? / Ekonomi Yazıları