TR EN

Dil Seçin

Ara

Mücahit Bilici İle; Gitmek, Vatan ve Amerika Üzerine / Söyleşi

Bu söyleşiye hazırlanırken, ‘Amerika’ üst başlığı artında zihinsel egzersiz yapmama sebep iki şey daha oldu:

1) Amerikalı yönetmen Michael Moore’nin muhteşem belgesel-filmi ‘Benim Cici Silahım’ı seyrettim.

2) Türk sermayesinin ürettiği Cola Turca’nın, sosyolojik okumaları kışkırtan reklam-tanıtım filmi televizyonlarda gösterime girdi. Bu reklam filmi üzerine çok şey konuşuldu; reklamı yapılan ürün, satışta patlama yaptı. Amerika’ya eleştirel bakışı işaretleyen ‘Benim Cici Silahım’ ile Amerika beğenisini esas alıp, ama yine de Amerika’ya karşı(ymış) gibi duran Cola Turca, Amerika’yı evimize ve zihnimize soktu. Ne zamana kadar, böyle Amerika ile yatıp kalkacağız? Hayatın, Amerika’nın gölgesinin düşmediği kuytuları var mı? Yoksa, bu tür kuytuları oluşturabilecek miyiz?


 

Michael Moore’un “Benim Cici Silahım” (Bowling for Columbine) belgeseli için katıldığı Oscar ödül törenindeki konuşmasını hatırlıyorum. Ödülünü aldıktan hemen sonraki bir dakikalık konuşması sırasında Moore, kurmaca zamanlarda yaşamalarına rağmen ekibiyle birlikte belgesel yaptıklarını ve gerçeklerle ilgilendiklerini söyledi ve şöyle devam etti: “Kurmaca bahanelerle kurmaca savaşlar açılıyor. Mr. Bush size yazıklar olsun!”

Bir solcu yönetmen olarak ve vicdan ehli bir insan olarak Moore’un ortaya koyduğu bu tepkiye dinleyiciler arasından “vatanseverlik” uğultu ve gürültüsüyle karşılık geldi. Milliyetçiliğin çirkin yüzü başkasının milliyetçiliği olduğunda açığa çıkıyor ama gerçekte hiç yok olmuyor. Cola Turca’daki milliyetçiliğin ise Amerika’ya bakan veçhesiyle olumlu bir tarafı var. Merkezin (Avrupa ve Amerika) zulme itiraz edenleri (solcuları) çoğunlukla mazlum milletlerin milliyetçiliğini olumlu görürler. Moore’un içeriye ve içeriden eleştirisi ile Cola Turca’nın dışarıya (Coca Cola’ya, Amerika’ya) olan tepkisi arasında bu yüzden bir ilişki var. Küreselleşme çağındaki sömürgecilik, toprak ve askerden daha çok kültür ve iktisadi ilişkilere yaslanarak işliyor. Sömürgeciliğin bir ayağı silah idiyse diğer ve daha önemli olan ayağı sömürge haline getirilen insan(lar)ın zihnine—çoğu kez süngü zoruyla—kendilerine ilişkin bir kifayetsizlik, eksiklik hissi zerk edilmesidir. Bu aşağılamaya bir cevap olarak sömürgecinin silahını (saldırganlığın sebebi olan milliyetçiliği) alan eskinin üçüncü dünyalısı bunu bir çare olarak kullanageldi. Cola Turca buna tekabül ediyor. Esasen sathi ve aldatıcı bir cevap. Coca Cola örneğindeki sömürgeciliğe (buna coca-colanization da diyorlar) gerçek cevap “ayran” olsa gerektir, Turca ilavesi almış cola değil.

Yine de Türkiye gibi toprak itibariyle sömürge haline getirilemediği halde Avrupa görmüş yerli eliti eliyle kültürel bir sömürge haline getirilen bir toplum için bir özgüven kaynağı olarak faydalı bir çıkış olarak değerlendirilebilir. Gariptir; bugün Türkiye’nin dünya çapında kayda değer başarıları var. Türkiye bu başarıları da kendisinden ve toplumundan utanmayan, namaz kılmanın da namaz kılmamak kadar normal ve meşru olması gerektiğine inanan özgüven sahibi insanlara borçlu.

Velhasıl, belki Amerika’nın hiç görünmeyeceği kuytular olmayacak ama gölgesinin çürütücü etkisini azaltmak mümkün olacak. Bunun için de dünyaya hakim hale gelen Faydacı medeniyetin önünde onun etkisini hafifletecek iki akım var diye düşünüyorum. Bunlardan biri sosyalizm (sosyal demokrasi) diğeri de İslâm. Bunlardan ilki maalesef (gerçekten Batı toplumları için üzülünecek bir şey) miadını doldurmuşa benziyor. 11 Eylül ile birlikte dünyada adalet ve vicdan arayışına uzun süredir şemsiyelik yapan “sol” bitmiştir. Hem güç itibariyle bitmiştir, hem de fonksiyon itibariyle doldurduğu yapısal pozisyonu başkası doldurmaya başlamıştır. Bugün dünyada sol, İslâm’dır. İslâm’ın, din dışı adalet arayışları için de ilk kez bir alternatif olarak görülmesi söz konusudur. Bu durum, ona saldıranlarca bile bu şekilde algılanmaktadır. Uluslararası planda 11 Eylül ile birlikte sermaye, sömürgecilik ve milliyetçiliğin pek az zamana nasip olacak dehşetengiz bileşkesinden doğan bir “iktidar”ın saldırısı karşısında giderek daha çok insan için tek evrensel-kültürel dayanak noktası olarak İslâm’ın vaad ettikleri duruyor. Bunun İslâm için hem bir musibet hem de bir imkân olduğunu düşünüyorum. Müslümanların baskı görmesinden İslâm’ın Müslümanlarca bir din olmaktan çok bir kimlik olarak görülmesi ve Müslümanların Müslüman milliyetçiliğine “düşmeleri” gibi bir dizi tehlike var. Öte taraftan Müslümanlar üzerindeki bu tazyik hem Müslümanları teyakkuza sevkedecek hem de İslâm’ı küresel bir alternatif olarak Müslüman olmayan insanların dünyasına taşıyacak. Bugün İslâm dünyanın en hızlı yayılan dini. Beşerin zulmü ile kaderin adaleti aynı anda tecelli edebiliyor.


 

Vatandaşını siyasî, ekonomik ve kültürel açıdan köşeye sıkıştıran bir ülke olması açısından Türkiye’ye, ‘gidemeyenlerin ülkesi’ deniliyor. Yani gidemeyenlerin yaşadığı bir yer Türkiye. Oysa, çekip gitme imkanları olmasına rağmen gitmeyenlerin kendisine karşı hissettiği sevgiyle bir yer ‘sahici ülke’ konumuna geçer. Bir sosyal bilimci olarak ‘gidemeyenlerin ülkesi’ olma durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şahsen gitme arzusu ile vatan sevgisi arasında birebir ilişki kurulamayacağı kanaatindeyim. Garip bir şekilde Almanya’ya giden Türklerin mühim bir kısmı Türk milliyetçisidir. İnsanoğlunun karnını doyurma ve çocuklarına imkan hazırlama kaygısının mühim bir saik olduğunu unutmamak gerek. Yine de “sahici ülke” kavramsallaştırmanızın isabetli olduğunu düşünüyorum. Türkiye, vatandaşına iddia ettiği özgürlüğü, ekonomik imkanı sunamayan dahası vatandaşının zaten sahip olduğu kültürel zenginliği aşağılayarak inkar eden bir ülke olageldiği için “sahici bir ülke” olamadı. Bir Türk’ün dünyaya bedel olmadığını bütün dünya biliyor. Ama işin garip tarafı dünyaya bedel olduğu söylenen Türk de biliyor ve gittikçe daha çok öğreniyor. Küreselleşme kendi toplumunu aşağılayan milliyetçi-baskıcı sistemlerin inzibat çabalarının iflası anlamına geliyor ve halkını aşağılayarak imtiyazlar kazanan sınıfları yalancı durumuna düşürüyor. Yeni olan, sahici olmayan ülkelerin yalanları değil, yalanlarının test edilme imkanının doğmasıdır. Türkiye örneğinde bu bir Türk’ün dünyaya bedel olmayışı örneğinde ortaya çıkıyor. Ama en parlak tezahürünü kimin Avrupa Birliği’ne girmeyi isteyip kimin istemediğinde gösteriyor.

Türkiye bugün gidemeyenlerin ülkesi konumunda. Kapıların açılması karşısında toplumun imkanlarını topluma dağıtmayarak yedeklerine alanların imtiyazları zayi olacak. Eğer onlar bu imtiyazlarda ısrar ederlerse bu kez de vatandaşları gitmek isteyecekler. Acıdır ki hâlâ Türkiye’yi bir kapalı hapishane olarak tutmak için çaba gösterenler var. Avrupa Birliği’ne ve sözün halka verilmesine karşı çıkanlar var.

İnsanlar, içine doğdukları ülkeyi doğal olarak severler. Sorun, söz konusu ülkelerin devletleri vatandaşlarının bu peşin sevgisine liyakat gösteriyor mu göstermiyor mu? Türkiye’deki sömürge ideolojisine yaslanan yönetimler böyle bir kaygı taşımadılar. Eğer amacımız Avrupalı gibi bir Türk olmaksa neden Türk olarak kalalım ki? Neden hepten Avrupalı olmayalım. Milliyetçiliğin açmazı işte budur. Gıpta ile nefret karışımı bir hissiyatta bakar Avrupa’ya. Daha önce yazdığım gibi küreselleşme Türkiye’de post-Kemalist bir dönemi başlattı. Avrupa Birliği vizyonu ile de Türkiye’de bir kültürel sömürge ideolojisi olarak Kemalizm bitecek. Türk’e karşı Avrupalı, Avrupalıya karşı Türk olan bir hastalıklı ruh halinden azat olacak Türkiye. Türkiye ne zaman ki milliyetçi olmayan bir özgüven geliştirir ve Batı toplumlarıyla her düzeyde muhatap olmayı öğrenirse o zaman sahici bir ülke olmayı başaracak.


 

Gitme’nin, varoluşsal karşılıklar içerdiğini düşünüyorum. ‘Gitmek’ dediğimizde, üç şeyden bahsetmiş oluyoruz: Ayrılan yer, gidilen yer ve bir yerden diğer bir yere gidenden, yani eylemi gerçekleştirenin kendisinden... Bu eylemi gerçekleştirmiş biri olarak, ‘gitme’nin sizdeki karşılığı nedir? Ayrıldığınız yer ile vardığınız yerin, batınınızdaki iç içe geçişini resmedebilir misiniz?

Neden Amerika’ya gittim diye daha kişisel bir cevap vereyim. Birkaç düzeyde ele alınabilecek bir soru. Bir göl düşünün. Bu gölün yüzeyi buz tutmuş ve bütün gölü kaplıyor. Gölün tek nefes alınabilinen yeri sadece gölün ortasında balık avlamak için balıkçıların açtığı delik. Nasıl ki suda olup nefes alma ihtiyacı olanlar o deliğe doğru yüzeceklerse işte Amerika’ya gitme ihtiyacı da böyle bir şey. Modernleşme adıyla tesis edilen hegemonik tahakküm bulutunu yayan makinanın şerrinden en emin olunan yerlerin başında o makinanın içi geliyor. Faydacı medeniyetin saldırganlık makinası karşısında en güvenli yer makinanın içi. Amerika’nın gölgesinin düşmediği yerlerin başında Amerika’nın kendisi geliyor. Bazan Amerikalı arkadaşlarıma şunu söylüyorum: “İnsanlar memleketiniz cennet olduğu için bu kadar çok gelmek istiyor değiller. Amerika’nın dışı bir cehenneme çevrildiği için herkes içeri girmek istiyor.” Bu Amerika’ya olan ilginin bir yönünü açıklıyor.

Diğer taraftan ünlü düşünür Fransız Fanon’u Amerika’ya gittikten sonra okuduğumda çok heyecanlanmıştım. Yaşadıklarıma benzer bir durumla karşılaşmıştım çünkü. Kendisi Siyah Deri Beyaz Maske isimli eserinde Paris’e siyah adam olarak ilk kez gidişini anlatıyor. Oraya gitmek sanki (sömürgeleştirilmiş) insanda açılan derin bir eksikliği gideriyor. Kendisini, ilk kez tam bir insan olarak hissetmeye başladığını söylüyor. Burada şüphesiz kendi iç dünyasından değil toplumun içindeki halinden bahsediyor. Kendi memleketinde “beyaz toprak” görmüş siyah adamlarla olan ilişkisini anlatıyor. Onları sömürgeleştiren Fransa’ya gittiklerinde siyah insanların orada yaşayacakları problemleri ve ırkçılığı bir kenara bırakalım. İnsanın kendi topraklarında özgürleşmesini kendi topraklarını sömürgeleştiren yere uğrama şartına bağlayan garip bir halet-i ruhiye üretiyor sömürgecilik. Burada sömürgecilik bir toplumun kendisinin aşağı olduğuna inandırılmasıdır. Diğer insanlarla eşitiz yerine bir tanemiz dünyaya bedeldir diyen anlayışlar da (milliyetçilik) bu cümledendir.

Amerika’ya gitmeyi çok istedim. Türkiye’de söz hakkı edinebilmek ve mazlum/mağdur insanlara yahut kimliklere vicdanî katkıda bulunabilmek için Amerika’ya gitmeyi çok istedim. Yurtdışına çıktığında dünyaya sunacak hiçbir şeyi olmayan ve kendisi değil başkası olmaya çalışan insanların Türkiye’de haksız yere sahip oldukları dil ve sembolik sermayenin tahakkümünden kurtulmak istedim. Anne ve babamın haklarından çalanlarla eşit şartlarda yüzleşebilmek için Amerika’ya gitmeyi çok istedim. Elhamdülillah gidebildim. Yapmak istediklerimi gerçekleştirmek nasip olacak mı onu da zaman gösterecek.

Hayatım boyunca milliyetçiliği pest bir ideoloji olarak gördüm. Bir topluma verilebilecek aldatıcı bir bal ve şeytanî lezzeti olan bir zehir olarak gördüm. Hayatım boyunca iki tür milliyetçilikle muhatap oldum ve ikisinden de uzak durdum. Biriyle savaşırken ötekisiyle suçlanmaktan iğrendiğim zamanlar oldu. Elimden geldiğince insanlara bulaşmaması için uğraştım. Türk milliyetçiliğinin dindar insanlar arasında soğuk savaş mirası olarak yaşatıldığı ancak tedrici olarak tesirinin kırıldığı bir döneme denk geldiğim için kendimi şanslı görüyorum. Yine de Türkiye’de Cumhuriyet tarihinde ilk kez dindarlıkla milliyetçiliğin gayrimeşru ilişkisi küreselleşme dalgaları ile birlikte sona erme sürecine girdi. Türkiye Türk milliyetçilerine bırakılmayacak kadar güzel bir yerdir. Türkiye’de dindar bir Kürt olarak yaşamanın bir hayli müşkilatlı olduğunu belirtmem gerek. Türkiye’den ayrıldığımda bir arkadaşıma yazdığım bir mesajda “bu cennet vatanın bir köşesinden diğer bir köşesine gidiyorum.” demiştim. Bir mümin olarak kâinatın her yerinin bizim memleketimiz olduğuna inanıyorum. Müminin vatanı kalbidir. Ama kültürel olarak Türkiye’den uzağa düşmek kolay değil. Dost çevresinden hormonsuz muhabbet ve alakadan uzağa düşmek kolay değil. Ama insanoğlu fıtraten değişik şartlara adapte olabilecek bir kıvamda yaratılmış.


 

Gitmek demek, ayrılmak demektir. Ayrılmak içten içe hasreti kurarken, hasret de bize, ayrılığın nasıl bir şey olduğunu fark ettirir. Ayrılık ve hasret içimizde yüz yüze öylece söyleşirlerken, kendilerinden ayrıldığımız ve kendilerini hasretle andığımız şeyler ete kemiğe bürünür. O güne kadar çok da ayırımına var(a)madığımız çok şey, içimizde yaşamaya başlar. Vatan, çocukluğumuzun geçtiği sokaklar, ailemiz gibi... Mücahit Bilici’nin hasretini, ‘hasreti’nin ayırtettiği, kendisi için yeniden kurduğu şeyleri merak ediyorum.

İnsanlar ezan sesini, futbol maçlarını, çocuk bağrışmalarını, televizyon izlerken hop oturup hop kalkmayı, dostlarını ve şüphesiz aile fertlerini çok özlüyor. Şahsen on yedi yaşımdan beri muhtelif geçişler ve mekansal kopuşlar yaşadığım için gurbet duygusunu çok derinden yaşayan biri değilim. Yabancı bir dili, kültürü öğrenen biri başka bir dili ve kültürü de öğrenir. Benim ilk yabancı dilim Türkçe’dir. Hattâ şöyle demeliyim. Kürtçe’ye doğdum, ilkokulla birlikte Türkçe okudum ve nihayet üniversite yıllarımda İngilizce öğrendim. Arapça öğrenmeye inşaallah yakında başlayacağım. Aslında romantik olduğunu düşünen biri için biraz ters bir durum. Gurbet duygusunu en kesif yaşadığım bir zaman ilk geldiğim sene migren krizi içinde hastane odasında bekletildiğimde hissettiğim zamandı. O gece duvarlar, konuşmalar her şey bana yabancı geliyordu. O zaman Müslüman olmayan bir memlekette en zor şeylerden birinin ölüm olacağını hissettim. Annemin yanımda olmasını çok istedim.

Bunun dışında bazan Türkiye’deki gibi tembellik yapma rahatlığını özlüyorum. Ben çok çalışkan biri değilim. Buradaki tempo karşısında karışık bir hissiyatım var. Bazan fazla geliyor bazan da böyle olmasa hiç çalışmayacağım diye seviniyorum. Kargaşayı, sürprizleri ve polemiği özlüyorum. İstanbul’u hep çok sevdim. Geçenlerde gördüğüm San Francisco bir parça İstanbul’a benziyor. Ama dünyada İstanbul gibi başka bir yer yok diye düşünüyorum.


 

Dinler, insanın dünyada ‘misafir’ ve ‘yolcu’ olduğunu söylüyor. Yani ‘dünya’ insana ‘vatan’ olmadığı gibi, olabilecek bir yetkinlikte de değil. Buna karşıt olarak insan zihni ve aydınlanma düşüncesine yaslanan disiplinler, insana ‘vatan’ olamayacak ‘dünya’da ‘vatan’lar kurmuş. Bunlara ‘ulusal coğrafyalar’ da diyebiliriz. Etimize, kanımıza, dahası canımıza dokunacak kadar gerçek olan, ama ‘vatan’ ihtiyacımızı karşılayamayan dünyada, oluşturduğumuz kurmaca vatanlarımıza bağlılığımız ne anlama geliyor?

İnsanların vatan olarak algıladıkları şeylere bağlılıkları yeni bir şey değil. Ama vatanın modern ulus devlet çerçevesindeki tarifi yeni olduğu gibi modern ulus devletin sakinlerine yönelik müdahale ve beklentileri de mukayese kaldırmayacak ölçüde radikaldir. Bence insanın bağlılığı fıtrî bir şey. Ama doğru şeye bağlandığı sorusu ise başka bir sorudur. Psikanalistlerden yararlanarak söylersem insanoğlu bir ‘ana’ vatana ve devlet ‘baba’ya ihtiyaç duyuyor. Kulluk ile vatandaşlık pratikleri arasındaki akrabalık şaşırtıcı değildir. Müminin vatanı vardır. Hattâ kanunu da vardır. Ama kurmaca bir çadır değil, gökkubbeye bile sığmayan bir geniş varlık meydanıdır.

İslâm’da ‘mukaddes olan vatan’ toprakla ilgili değil aksine hukuk ve tavattun (habitat, habitus) etme ile ilgilidir. Mesela, darulharbin tanımına dikkat ederseniz, küffarca istimal edilen (ama Allah’ın mülkü olan) toprağa yönelik bir hoşnutsuzluk değil, ubudiyet vazifesini gerçekleştirmenin önünde (devletsel, hukuki vesair) engellerin bulunup bulunmadığına bakılarak bir tasnif yapıldığını görürsünüz.

Bana öyle geliyor ki mesela İslâmiyet’in vatan anlayışında kendisine selam verilmedi diye hiçbir kuşun yuvası bozulmaz.. kuşların yuvasını bozmak zulümdür, adaletin ihlalidir.. bir müminin kâinata ilişkin vazifelerine aykırı bir davranıştır. İslâmiyet, ulus-devlet nam ahirzaman marazının tanım ve terbiyesinden azadedir ve dolayısı ile onun vatan anlayışı ile vatan kavramını fütursuzca kendi dünyevî maksatları için su-i istimal eden ulus-devletin vatan anlayışından farklıdır.


 

Küreselleşme denen şey; ‘yer’lerin ayırıcı özelliklerini törpüleyerek, onları ‘diğer yer’lerden farksız hale getirmesi, aynılaştırması anlamına geliyor. Türkiye’de olmak ile Amerika’da olmak arasındaki farkın giderilmesi demek olan bu şey, gittikçe belirginleşiyor. Böyle olunca, insan bir yerden ayrılıp diğer bir yere gittiğini çok da fark etmiyor. Bu fark olmayınca; gitmek, ayrılmak, hasret çekmek, kavuşmayı düşlemek de, eskiden olduğu kadar yakıcı ve onarıcı olmuyor. Bir yere bağlanmak anlamında aşk olmayınca, ayrılık da gerçekleşmiyor. Çünkü ayrılık, aşk ile mümkündür. Buna katılıyor musunuz? Ayrılık bağlamında hissettikleriniz nelerdir?

Küreselleşme hadisesinde aslında küresel olan evrenselleştirilen bir yereldir. Yani McDonald’s gibi bir basit Amerikan lokantası, Amerikan iktidarına yaslanarak küresel sıfatı alıyor. Dünyada muhtelif yereller var. Küresel sıfatı kazananlar iktidara yaslanan yerellerdir. O halde bir ölçüde son dönem küreselleşmesi ağırlıklı olarak Amerikanlaşma anlamına geliyor. Elbette ki herkes tuzunu biberini katıyor. Özellikle büyük küresel şehirlerde (New York, Paris, İstanbul, Hong Kong, Tokyo) farklar gittikçe azalıyor. İnternet ve uydu iletişimi de ulus devletlerin sınır kontrollerini nafile bir uğraşa dönüştürdüğü için homojenleşme artıyor. Almanya’da yaşayıp Türkiye’deymiş gibi yaşayan insanlar var. Bugün aynı ölçekte olmasa bile Amerika’da da benzer bir şekilde yaşamak mümkün olabilir. Bazan telefon ve internet imkanlarının olmadığı dönemlerde Amerika’ya gelmiş Türkiyelileri düşünüyorum da hakikaten büyük bir zorluk yaşadıklarını tahmin ediyorum.

Velhasıl, mekan ile yer arasında eskiden çok sıkı bir bağ vardı. Bugün mekan gittikçe yer’den kopuyor. Başka yerde ama aynı mekanda olabiliyor insanlar. Ancak gurbet hissini ortadan kaldıracak ölçüde bir değişimden söz edemeyiz.

Türkiye’yi, İstanbul’u, Diyarbakır’ı hep sevdim. Hâlâ seviyorum. Yine de melankolik bir bağlılık ve hasretlik çektiğimi söyleyemem. Daha önce dediğim gibi Allah’ın arzının aşina olduğum güzel kısımlarıdır bunlar ama tamamı değil. Çok hayal kuran, rüyada yaşayan biri gibi olduğumu söyleyebilirim. Bu yüzden bir şehirden ayrıldığımda oraya genelde çok döneceğimi düşünmem. Ama iç dünyamda o şehri yeniden kurar içine yerleşirim. Hâlâ bazan Beşiktaş, Serencebey yokuşunda, bazan Galata Kuledibi’nde, bazan Silvan’daki Mescit Mahallesi’nde kalıyorum. Aşkı özlediğimi söyleyebilirim. Ama bunun Amerika’dan mı yoksa artık aşık olmama izin vermeyen bir yaşa gelmiş olmamdan mı kaynaklandığını bilmiyorum. Yine de romantik filmler seyrettiğimde ağladığım oluyor.


 

Doğulu toplumlara sinen bir Amerika düşü var. Çoğu doğulu, bu düşe bir yerden bulaşmıştır. Doğrusu, hiçbir zaman böyle bir düşüm olmadı. Jack London’un, Dickens’in, Kafka’nın ve Baudrillard’ın Amerikası’ndan sonra tanıştığım Michael Moore’nin Amerikası, ‘İyi ki, bir Amerika düşüm yok.’ dedirtti. Okumalarımdan ve seyirlerimden hareketle, Amerika’nın aslında olmadığına, bütünüyle bir düş olduğuna inanmaya başladım. Kurmaca bir düş, Baudrillard’ın simularkına oturan bir yanılsama olduğuna... Siz ne dersiniz?

Haklısınız, Amerika aslında bir rüya. The Truman Show filminin işaret ettiği cinsten bir yer Amerika. Kısaca şöyle anlatabilirim: Mesela, Amerika’da ağaç yok kereste var. Amerika’da insanlar yok vatandaşlar ve çalışanlar var. Amerika’yı biricik yapan ama biricik bir rüya yapan unsur Amerika’nın, Avrupa medeniyetinin faydacı damarının geliştiği bir dönemde bakir bir saha olarak işlenmesidir. Yani Amerika, insanların yaşadığı bir yer değil. Faydacı bir tasavvurla geliştirdikleri bir hayale beden yaptıkları bir yer. Amerika, öncesi olmayan, öncesini silen ve bir rüyaya sığacak şekilde yoğrulmuş bir mekan.

Ortalama Amerikalının memleketinin dışında sudan çıkmış balık gibi olması da bu yüzden. Bir rasyonalist-faydacı cennet olarak işlenen Amerika’da insan müdahalesinin nüfuz etmediği hiçbir gözenek yok. O yüzden Amerika’da sürprizlere yer yok. Amerika’da rahat var. Amerika aklın ve hesap kitabın (toplamına daha önce “cetvel” adını vermiştim) biçimlendirdiği bir coğrafya olarak görülmelidir. Mesela, Amerikalılar her insanın kendi menfaati için çalıştığını düşünüyorlar. Beleş olan her şeye atlıyorlar.


 

Michael Moore, belgesel-filmi boyunca; ‘Bizim çocuklar niye vahşileşti? Ellerine silah aldırıp, sınıf arkadaşlarını öldürten sebep nedir? Diğer ülkelere benzer problemlere ve bir tarihe sahip olmamıza rağmen, bizi silahlı şiddetin kahramanı yapan şey nedir?’ sorularını soruyordu. O duyarlı yürek, sorularının cevabını bulamıyordu. Hem bir sosyolog, hem de bir ‘yabancı’ olarak Amerika’ya baktığınızda, bu soruların cevabı olabilecek bir şey görebiliyor musunuz?

Amerika’da şiddet konusunda bir uzman görüşü veremem. Ancak bu konularda düşünen biri olarak söyleyebileceğim şudur: Amerika’da ‘zati’ şiddet dışında bir de arızî olan ve geçici şiddet var. Bu iki şiddetin birincisi en iyi teorik ifadesini İngiliz devlet teorisyeni Thomas Hobbes’in insan fıtratına ilişkin tasvirleri ve İngiliz iç savaşına ilişkin gözlemlerinde buluyor. Hobbes’in bu teorik açıklamalarına yakışan çok güzel bir illüstrasyon yenilerde çıkan ‘The Gangs of New York’ filmidir. Bu filmde ilk göçmen kuşakların aktığı New York’ta, çeteler arasındaki şiddet çarpıcı bir şekilde görsel bir dil kazanıyor. Çeteler arasındaki kanlı ve amansız savaş, en son resmî ve meşru çete olan devletin daha büyük ve daha şedit baskını ile son buluyor.

Amerikan toplumu (İngilizlerin icat ettiği ama kıvamını bakir Amerika kıtasında bulan) şiddete dayalı bir medeniyetin içinde yaşıyor. Bu toplumda şiddet hiçbir zaman yok edilmiyor. Sadece ve sadece zamansal ve mekansal olarak ertelenip öteleniyor. Teksas kültüründen silah bulundurma anayasal hakkına kadar pek çok düzeyde sızıntıları görülebilen bu şiddet kültürü Amerikan medeniyetinin davranışlarını anlamada son derece önemlidir. Amerika bütün cüzleri savaşarak bütünleşmiş bir bedendir. Bu beden şiddeti fıtrî ve gerekli saydığı için sürekli şiddet üreten bir makinaya dönüşmüştür Amerika işte bu yüzden Irak’a bomba yağdırmak zorundadır.


 

Küreselleşme; teknolojinin, pazarın, turizmin dünya hakimiyetiyse, bütün bunlar da Amerika demek ise, dünyaya sadece korkmak mı kalıyor? Dünyanın geleceği, bir kıyameti mi uç verecek? Nasıl bir gelecek tahmin ediyorsunuz? Yeryüzü çocukları, Agitler, umut etmeye devam etsinler mi?

İki ihtimal var. Ya Amerika’nın sınırları ile dünyanın sınırları aynı hale getirilecek ki (şimdiden dünya vatandaşlarının Amerikan seçimlerinde oy kullanma hakkını talep etmeleri lazım) bu dünyadan insanlar Amerikan şiddetinin kurbanı haline gelmesinler ya da dünyada Amerika’yı dengeleyecek bir karşı şiddet bloku oluşturmak gerekecek. Üçüncü bir yol da Amerikan toplumunun içeriden değişerek bu şiddet üreten faydacı medeniyeti düzeltip insanîleşmesi. Amerika’nın şiddet ve tahakkümüne karşı çeşitli cevaplar çıkıyor. Batılı şiddet kültürünü benimseyerek aynı dili kullanan U. Bin Laden gibi isimler aslında faydacı medeniyete mensuplar. İslâm medeniyetini temsil etmiyorlar. Amerika’nın içine giremeyenler Amerika’yı dışarıdan dengeleyerek durdurmaya çalışacaklar. Bugün dünyada hiçbir ülkenin içi Amerika’nın içi kadar bir muharebe meydanı değildir. Amerika’yı dev bir şiddet makinası olarak düşünürsek onu dışarıdan durdurmak kadar içeriden düzeltmek de önemlidir. Amerika herkese karşı bir makina olmaktan çıkıp herkese taraf bir güvenlik ve adalet kaynağına dönüşürse kalıcı bir imparatorluğa dönüşür. Ama tarihte adalet dağıtmadan salt menfaat ve şiddetle uzun süre ayakta duran imparatorluklara pek rastlanmıyor. Amerika değişmek zorunda kalacak.